Yazarlar

Saat

post-img
İki gündür içimde tanımlanamaz bir sevinç var. Çocukluğuma döndüm adeta. Birkaç gün öncesinde babamla Keles'ten, Bursa'ya gitmiş, kapalı çarşıdaki bir mağazadan pantolonu ve gömleğiyle birlikte o bembeyaz sünnet kıyafetini almıştık. Elbette yanında ayakkabısı, çorabı, "maşallah" yazılı şeridi ve üzerindeki simleri yıldızlar gibi parıldayan şapkasını da... Aynı akşam dönüşte evde hemen giymiştim kıyafetimi. Pek de yakışmıştı doğrusu. Her halde ilçede o güne dek beyaz sünnet elbisesi giyen benden başka hiç kimse yoktu. Genellikle ceket pantolon alırlardı çocuklara. Yine içimde tarifsiz bir sevinç... Dayanamayıp hemen bitişiğimizde oturan "çavuş amcama" gitmiştim el öpmeye. O'nun adı aslında "Tahir", askerde becerileri nedeniyle çavuşluğa kadar yükselmiş geçmişte. Hani eskiden Hac yapmaya aylar süren meşakkatli bir yolculukla gidilip gelinirmiş de bunu gerçekleştirebilenlere hitaben bu eziyete katlanabildikleri için de "hacı" denilirmiş ya sanki bir ünvan gibi? İşte Tahir amcamın adı da aynen o misal "çavuştu" ve herkes yaşamı boyunca O'na böyle hitap edecekti. "Elini öptükten sonra gel bakalım paşa" dedi bana, sonra da yüklü bir harçlık verdi hiç unutamam. Amcam ne kadar "çavuşsa" ben de o kadar "paşaydım" aslında!.. Rahmetli dedem İsmail Ekmekçi'nin ahbabı merhum Denizci Tabip General Mehmet Ali Işığıgür, annemle babam evlendikten yaklaşık bir yıl sonra çok şahane yün bir duvar halısıyla birlikte bu izdivacı kutlamak için geliyor Keles'e... Fakat biraz geç kalıyor ve tam da ben doğduğum sıra varıyor oraya. İsim babam Mehmet Ali Paşa'dır benim. Dolayısıyla yakınlarım bana "paşa" diye hitap ederlerdi çocukken genellikle. Sadece kılık kıyafet getirmemiştik Bursa'dan... Kızlar saçlarının arkasına bir demet altın renkli parlak tel takmayı severlerdi cemiyetlerde. Makara makara tel de almıştı babam hediye olsun diye. Sonra Ülkü Pastanesi'ne gidip, daha önce sipariş edilen kuru üzümlü pastaları ve misafirlere ikram edilecek iki bidon limonatayı da yüklenmiştik, bizim otobüste muavinlik yapıp babama yardım eden Küçükkavacıklı Yaşar'la birlikte. Önce merkez camisinde mevlid ve Kuran okundu... Sonra üst kata hazırlanan sünnet odasında Sağlık Memuru Sünnetçi Mahmut'la yüz yüze geldik. Operasyon sırasında kıpırdamayayım diye kollarımı çavuş amcam tuttu. Oldu da bitti maşallah! Özenle süslenip hazırlanmış karyolaya yatırdılar beni. Sünnet şapkamı da ters çevirip, göğsümün üzerine koydular. Sıraya giren misafirlerin kimi bir çengelli iğneye iliştirdikleri altınları yastığıma takıyor, kimi de elindeki kağıt parayı şapkamın içine bırakıyordu. Dolup taşmıştı banknotlar. Yanıma gelen "Çikin Üsen" (Çirkin Hüseyin) sordu: -Napcan bu paraları? Çok uzun zamandır düşünü kurduğum bir şeyi almasını isteyecektim babamdan: "Bir kol saati!.." Gördüğüm hiçbir çocukta yoktu o sıra. Ancak, büyüklerin bileklerini süslüyordu çeşit çeşit saatler. Onu babam gibi akşamdan kuracak, sonra yatağımda kulağıma doğru götürerek sesini dinleyecektim usulca: "Tık tık, tık tık, tık tık..." İki gündür içimde tarifsiz bir sevinç ve mutluluk var. Durup durup arada bir sol bileğime bakıyorum. Uzun yıllar İngiltere'de yaşamış çok sevdiğim bir ahbabım vardı, Selahattin Kaplanbaşoğlu... "Mehmet Ali, büyüğün olarak sana bir nasihatte bulunacağım" demişti bir gün... "Buyur Selahattin abi" diye yanıtlamış ve merakla beklemeye başlamıştım diyeceklerini. "Yaşamın boyunca ayakkabıların hep boyalı ve temiz olsun, buna çok dikkat et..." -Başka? "İlaveten bütçene uygun, güzel bir saat satın al ve onu sürekli kolunda taşı..." Yaşamım boyunca pek çok saatim oldu. İlkin sünnet paralarımla alınana bu kadar çok sevinmiştim bir de aynı mutluluğu önceki gün yaşadım. Kargo şirketinin aracı kapının önünde durduğunda, az sonra zilin çalacağını tahmin edemezdim. Teslimatçı çocuk bir poşet uzatıp, "Abi bu senin" dedi... Allah Allah! Ben kimseden paket beklemiyorum ki! Hem, dostu var, düşmanı var... Kafasında gazetecilikte general rütbesi gibi duran tam 17 adet dikiş taşıyan biri olarak temkinli davranmam lazım! "Aç bakalım evladım" dedim "sen şu poşeti"? Açtı çocuk. İçinde iki adet kutu var. "Onları da aç?.." İlkinden Oltu taşı üzerine kalem işçiliğiyle bezenmiş gümüş noktacıkları olan ve yine gümüşten püsküllü imamesiyle birlikte küçük bir tespih çıktı! Allah Allah! Kim bana tespih gönderir ki? Martell konyak gönderse tamam! Köpüklü bir kahvenin ardından güzel gider... Sıra diğer kutuya gelince çok şık, İsviçre çıkışlı, el yapımı, mekanik bir ağır bir saat belirdi önümde! Hala hiçbir anlam veremiyorum... Sonra bir de not... "Sevgili dostum, manevi anlam taşıması bakımından kullandığım saati sana gönderiyorum; kabul edersen eğer çok mutlu olacağım" yazılıydı üstünde. İşte o an anladım kimden geldiğini... Kargocu gittikten sonra baka kalmıştım saate... Bu kadar güzelini hiç kullanmamıştım. Çelikten metal bir kemeri olan saat, siyah bir zemin üzerine halka şeklinde mili saniyeyi gösteren üç küçük yuvarlak kadranı, takvimi gösteren aralığı, en önemlisi ilk saatimdeki gibi, her simgenin yanında yer alan ve gecenin karanlığında bile zamanı bilmenizi sağlayan fosforlu noktalarıyla muhteşem bir manzara oluşturuyordu. Arkasındaki şeffaf camlı bölümden hareket ettikçe kendi enerjisini kendi üreten hareketli mekanizmayı ve tamamen el işçiliğiyle bezenmiş sanat eseri gibi yapıyı görebiliyordunuz. Çok teşekkür ederim dostum... Doğru insanların "gönülden" verdikleri hediyeleri kabul etmek gerektiğini bundan uzun yıllar önce öğrendim ben. Çok teşekkür ederim. Çocukluğuma götürdün beni. Masum bakışlar, insanca duruşlar vardı orada. Yenik düşüyor her şey zamana... Ve biz büyüdük kirlendi dünya!

Diğer Haberler