Dünkü yazımızda öykücü, şair, öğretmen, yazar ve gazeteci Sabahattin Ali’yi anlatmaya başlamış, Konya’da öğretmenlik yaptığı sırada Atatürk’ü eleştiren bir şiir yazınca yargılanarak 1 yıl hapis cezasına mahkum edildiğini söylemiştik en son.
Toplam 5 ay Konya’da, 5 ay da Sinop Cezaevi’nde olmak üzere 10 ay hapis yatan Sabahattin Ali, cumhuriyetin kuruluşunun 10’ncu yılı nedeniyle çıkarılan bir afla yeniden özgürlüğüne kavuşuyor.
Mahkumiyeti nedeniyle çıkarıldığı memurluğa da dönemin Milli Eğitim Bakanı Hikmet Bayur’un önerisi sonucu yazdığı, bu kez Atatürk’ü öven “Benim Aşkım” isimli şiiri sayesinde kavuşan Sabahattin Ali’nin asıl çilesi daha sonra başlıyor!
Önce, 1940 yılında yazdığı “İçimizdeki Şeytan” adlı romanı milliyetçi kesimden büyük tepki topluyor.
Ardından Türkçü İdeolog Nihal Atsız’ın kendisi hakkında kaleme aldığı hakaret dolu bir yazıya karşı açtığı dava sırasında büyük sıkıntı yaşıyor.
Gerçi 1944 yılında davayı kazanıyor ama olaylı duruşmalar sonucu bakanlıkça yeniden memuriyet görevinden alınıyor.
Sabahattin Ali için bu kez İstanbul’da devam edecek gazetecilik yılları ve ardından da Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz’la birlikte çıkarıp, siyasi mizah yapacakları Marko Paşa Dergisi dönemi başlıyor.
Marko Paşa Dergisi yakın siyasi dönemin ve Türkiye yayıncılık tarihinin en önemli mihenk taşlarından biridir.
Dönem, “Milli Şef” olarak kabul edilen İsmet İnönü’nün borusunun öttüğü dönemdir.
Tek parti iktidarı olanca ağırlığıyla sürmekte, her vakit olduğu gibi iktidardan nemalanıp geçinenler Milli Şef’i yere göğe koyamamaktadırlar.
Derginin ismindeki “paşa” ifadesiyle Milli Şef İsmet Paşa’yla alay edildiği öne sürülerek matbuat, iktidar tarafından habire kapatılınca adı “Malum Paşa, Merhum Paşa, Öküz Paşa”(!) gibi ifadelerle değiştirilmiş ve siyaset mizahına yeni bir boyut katılmıştır bu “mahşerin 3 atlısı” tarafından.
İnönü döneminde yazdıkları şiir, roman ve eleştiriler yüzünden çok acı çeker, zindanlara tıkılır, sürgünlere gönderilir Rıfat Ilgaz, Sabahattin Ali ve Aziz Nesin.
Şöyle dile getirir Sabahattin Ali, Ali Baba Dergisi’nde yayımladığı “Ne Zor Şeymiş” başlıklı yazısında içinde bulunduğu ruh halini:
“Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalıydı”?
Tekrar girdiği Paşakapısı Cezaevinden çıktıktan sonra işsiz kalıp, yazacak yer bulamaz.
Baskılardan kurtulmak için yurt dışına çıkmayı düşünse de bu kez hükümet pasaport vermez Sabahattin Ali’ye.
Bulgaristan’a kaçmaya karar verir.
Yurt dışına parayla adam kaçıran ordudan atılma astsubay Ali Ertekin’le anlaşır.
Cesedi 2 Nisan 1948 tarihinde Bulgaristan sınırında bulunur.
Ali Ertekin, “milli hislerini tahrik ettiği” gerekçesiyle Sabahattin Ali’yi başına sopayla vurarak öldürdüğünü söyler mahkemede.
Gerçekte 18’le, 24 yıl arasında olması gereken hapis cezası indirilerek sadece 4 yıla mahkum edilir.
Ardından, birkaç hafta sonra çıkartılan aftan yararlandırılarak tahliyesi sağlanır!
Sabahattin Ali’nin yakın çevresi “gerçekte Kırklareli Emniyeti’nde sorgulanırken işkence sırasında öldürüldüğünü, Ertekin’in paravan olarak kullanıldığını” iddia etse bile bu hiçbir vakit ispatlanamaz.
Ama Ali Ertekin’in Milli Emniyet Hizmeti Riyaseti adına ajanlık yaptığı kendisine sağlanan imtiyazdan dolayı çok bellidir.
Günümüzde yaşanan suikastlere bakıp, devlet tarafından korunanları gördükçe tarih nasıl da tekerrür ediyor diye düşünmekten kendini alamıyor insan.
Geçen ay ziyaret ettiğimiz Sabahattin Ali’nin hapis yatıp, pek çok şiirini orada kaleme aldığı Sinop Cezaevi’nin atmosferi çok etkileyici.
Şu anda müze olarak kullanılan kasvetli binaların duvarlarındaki tuğlaların arasından kendiliğinden beyazlı sarılı papatyalar, mor renkli kır çiçekleri fışkırmış özgürlük mahkumları gibi.
Ve adeta her biri oralarda kararmış hayatların hatırasına işaret etmekte.
Kalın paslı demirlerle kapatılmış pencerelerin ardından, yüzlerce yıldır oralarda gezinip duran acı çekmiş ruhların kalın duvarlar arasında hâlâ yankılanan koro halindeki çığlıklarını işitebiliyorsunuz Sabahattin Ali’nin kaleminden:
“Bende hiç tükenmez bir hayat vardı, Kırlara yayılan ilkbahar gibi. Kalbim hiç durmadan hızla çarpardı, Göğsümün içinde ateş var gibi. Bazı nur içinde, bazı sisteyim, bazı beni seven bir göğüsteyim. Kâh el üstündeydim, kâh hapisteydim, her yere sokulan bir rüzgar gibi. Başını göğsüme sakla sevgilim, güzel saçlarında dolaşsın elim. Bir gün ağlayalım, bir gün gülelim, sevişen yaramaz çocuklar gibi.”