Yazarlar

Saruhan Ayber’in anısına

post-img
Banu Demirağ’ın basiretsiz ve başarısız yönetimi altındaki Radyo S’te artık iyice bunaldığım sıralardı. Sene 1995’ti. Bursa Hakimiyet Gazetesi, Santral Garaj’daki eski binasından As Merkez’in bulunduğu alandaki yeni yerine taşınmış, henüz sağ olan Ali Osman Sönmez kurulacak televizyon istasyonuyla medya sektöründeki iddiasını sürdürmeye hazırlanıyordu. Önceleri hiçbir şey yapmadı Saruhan Ayber. Hoş, kendisinden önce efsanesi yayılmıştı kulaktan kulağa ama ilk haftalar sadece ortalıkta dolaştı. Deve tüyü rengindeki fitilli kadife fötr şapkası ve kirli beyaz trençkotu üstünde olduğu halde oda oda gezip insanlarla sohbet etti; bu insanları tanımaya ve kapasitelerini anlamaya çalıştı. Sonra bir gün Radikal kararlar arka arkaya geldi. Gazetenin ismi Bursa 2000 olarak değişti. Yayın Yönetmeni Nuri Kolaylı, Yazıişleri Müdürü Tayfun Çavuşoğlu, Haber Müdürü İhsan Bölük ve yazar Arzu Yılmaz (Arınel) bu değişime sadece bir yıl kadar tahammül edebildiler ve görevlerinden ayrıldılar. Saruhan abiyse (Ayber) Nuri Kolaylı’nın yerine Bursa Hakimiyet’in dış haberler servisinde görev yapan, yabancı dil bilgisinin yanı sıra, Türkiye’nin önemli üniversitelerinin birinden mezun olmuş genç ve tecrübesiz Zeynep Biberoğlu’nu getiriverdi gazetenin tepesine. Ortalık bu nedenle bir kez daha karışacak, medya kazanı kaynamaya devam edecekti. Bursa basın camiasında iddialı ve kendinden emin insanlar asla sevilmezler. Daha doğrusu siz bir işi karşınızdaki kişiden daha iyi yapın ya da ne bileyim, daha iyi giyinin, daha iyi konuşun, daha sosyal olun, daha çok okuyun filan, bu âlemde pek çok kişiyi kendinize düşman yapmak için yeterli  en az bir sebebi bulmuşsunuzdur bile. Siz bakmayın arkasından edilmiş laflara, ben bilirim, o cenaze töreninde boy gösteren pek çok kişi Saruhan abiyi hiç sevmez, hatta nefret ederdi ancak, çekinirlerdi O’ndan Hazreti Süleyman misali! Her gün iki paket Camel sigarası akciğerlerini bitirdi Saruhan abinin.     Yarım ciğerle, yarım adam olarak geçirdi bu süreyi. Ve tarih 16 Ekim 2014’ü gösterdiği gün asası elinden düştü Saruhan Ayber’in.   O sıralar Radyo S’te haber müdürüydüm. Radyoların revaçta olduğu ve çok dinlendiği yıllardı. Haber bültenlerini hazırlıyor ve son derece keyifli programlar yapıyordum.     Bir gün beni çağırdı odasına. Kahve ikram etti. “Seni” dedi, “uzun zamandır izliyorum, gazete için de bir şeyler yapmanı istiyorum. Ne yapmak istersin”? Kim bilir, bu teklifi içten içe bekliyordum belki de? “Şimdiye kadar” dedim, “hep politikacılarla söyleşiler yapıldı. Ben eşleriyle yapayım”? Ankara’ya, meclis lojmanlarına gidip ilk olarak Turhan Tayan’ın eşi Güngör Hanım’la başladık. Dizi yayınlandıktan sonra  bir il başkanı karısının temsil ettiği parti için söylediği sözlerden ötürü istifa etmek zorunda kaldı, bir diğer partinin il başkanı da kocasından boşandı!.. Söyleşi dediğin böyle olurdu işte!..   Pek çokları gibi medyada benim de elime kalemi ilk veren kişidir Saruhan Ayber. Sahip olduğu bilgiyi, yaşadığı tecrübeleri hiç kıskanmaz herkesle paylaşmaya çalışırdı. Cenaze törenlerine zaten pek sık gitmem. O törenler ölen kişi için değildir, diri olanların boy gösterme alanlarıdır çoklukla. Elbette göç edenin yakınları ve gerçek sevenleri istisna. Saruhan abinin cenazesine özellikle gitmedim; az önce dediğim gibi, oradaki çoğunluğu teşkil eden ikiyüzlülerin suratlarını görmeye tahammül edemezdim çünkü. Sevgimi, duamı ve muhabbetimi bulunduğum yerden yolladım kendisine. Aramızdaki dostluk hiç sekteye uğramadı. Yıllar yılı çoğunlukla hep o aradı. Yılmaz Akkılıç’ın vefatının ardından, O’nun anısına kaleme aldığım “Adı gibi “Yılmaz”, Soyadı Gibi “Ak” ve “Kılıç” Kadar Keskindi” başlıklı yazıya şöyle başlamıştım:     “Yazar için yazmak keyiftir, hele bir de yazınız beğenilip takdir görürse. Kaleme aldığım bir makalenin gerçekten güzel olup olmadığını yıllardır özellikle “dört kişinin aramasıyla” test ederim! “Hah!” derim kendi kendime, “demek ki bu gün gerçekten güzel bir iş çıkardık”. Hiç aksatmadan mutlaka ama mutlaka ararlar. Üstelik, dördü birden arar. Günün değişik saatlerinde ve birbirlerinden habersizce arka arkaya.  Bunlardan biri de gazetecilik mesleğinin duayenlerinden Saruhan Ayber’dir. Saruhan abi, genellikle yendikten sonra yemek borusundan ses tellerine doğru yayılan iğde zerreciklerinin yol açtığı o kekremsi ses tonuyla ve gülerek açar telefonu. Ve yine önce, “Hakikaten bu olay öyle mi olmuş yahu” der, sonra da “Oğlum bu manşetlik haber”, sizinkiler niye koymamış bunu birinci sayfaya” diye sorar? Bahsettiğim bu arayan dört kişinin içinde, doğuştan gelen bir “gazetecilik ruhu” vardır.”   Radyo S Haber Merkezi’nde birlikte çalıştığımız, kendisi gibi kalbi de çok güzel olan sevgili Halide (Türkoğlu Yukay) gelmişti İstanbul’dan bir yaz günü. Eski günleri anıp, Saruhan abiden söz etmiştik. “Dur” dedim “Halide, bir arayıp hal hatır soralım, nicedir ben de görüşmedim.” Saruhan Ayber artık yürüyemiyordu. Doblo marka bir otomobilin  arkasında elektrikli aracı duruyor, oksijen tüpü hemen yanında acil bir durum için bekletiliyordu. Can dostu, yol arkadaşı, asistanı Sevgi Hanım’ın katkılarını buradan şükranla anmak isterim. İkimizin bir arada olduğunu duyunca adeta deli oldu: “Katiyen bırakmam, nerdeyseniz söyleyin aldırıyorum sizi”. Sağlık sorunları nedeniyle Buttim’deki işyerini kapatmıştı ama sağolsun Derya Acar’ın kendisine tahsis ettiği Bademli’deki bir ofiste ağırlıyordu misafirlerini. Çok güzel bir gündü o gün.         Bursa Hakimiyet Gazetesi’ni kurarken birlikte çalıştığı arkadaşlarının fotoğrafları da vardı ofisin duvarlarında. Hemen cep telefonumla görüntüledim.     Sonra, kapının solundaki duvarda sürrealist başka bir resim… Daha önce hiç görmemişiz üstelik. Dedim, “Saruhan abi bu nedir”?     Bir konuşup, derin derin  iki nefes alarak anlatıyordu: -Bu Picasso’nun Guernica isimli tablosu… Gerçeğinin boyutu aslında 349 santime 776 santimdir bunun.  Orijinali Madrid’teki  Reina Sofía Müzesi’ndedir. Guernica, Pablo Picasso tarafından 1937'de yapılan, İspanya İç Savaşı sırasında Nazi Almanyası'na ait 28 bombardıman uçağının 26 Nisan 1937'de İspanya'daki Guernica şehrini bombalamasını anlatan, anıtsal bir tablodur. Saldırı sırasında yüzlerce sivil hayatını kaybetmiş, çok daha fazla sayıda kişi de yaralanmıştı. Guernica, savaş trajedilerinin ve savaşın bireyler üzerindeki acı verici etkilerinin bir özetidir. Tablo zaman içinde, savaşın yarattığı trajedilerin anımsatıcısı, savaş karşıtı ve barış yanlısı düşüncelerin sembolü haline gelmiştir. Bu tablo yaklaşık 3,5 metre yükseklik ve 7,8 metre genişlik ile dikkat çekici büyüklükte, tuval üzerine sadece siyah ve beyaz renklerde yağlıboya ile yapılmış bir resimdir. Tabloda, ölüm, şiddet, gaddarlık ve çaresizlik sahneleri, bunların asıl sebebi gösterilmeksizin işlenmiş. Tablonun siyah beyaz oluşuyla, o dönemdeki gazetelerde yayımlanan fotoğraflara yakınlık sağlanmış, ayrıca savaşın yarattığı cansızlık vurgulanmıştır.” -Saruhan abi, burada pek çok simge var, ne anlatıyor Picasso bize? Aradan uzun zaman geçmiş… Bu makaleyi yazmaya oturmadan önce Halide’yi aradım, son zamanlarda zayıflayan hafızamı tazelemek için. “Bi dakka” dedi, “ben günlüğüme bakayım, seni hemen sonra arayayım”!.. Günlük tutan insanlara oldum olası hayranımdır. Beş dakikayı bulmadı, hemen aradı Halide. O gün ne yapıldı, ne konuşulduysa akşam santim santim yazıp, kaydetmiş! Zaten ofisteki sohbetin ardından Bursa’ya dönmüş, Saruhan abinin ikram ettiği İskender kebapları yemiştik afiyetle.         O alışveriş merkezinin içinde Ayber’in arabasını bir sürüşü vardı ki sormayın, adeta çocuklar kadar şendi. Pek mutlu olmuştu bizi gördüğüne. Ne diyorduk? “Resimdeki at” demişti Saruhan abi, “İspanya’nın son bulan özgürlüğünü betimliyor. Boğa yine İspanya’nın milliyetçilik sembolü. Yukarıdaki, içinde göz olan ışık bombardımanın gece yapıldığını anlatıyor. Yerdeki kırık kılıç, eski savaş aletlerinin teknolojiye mağlup olması….” Ben tabii, Guernica’yı, Saruhan abiden öğrendim ancak, daha sonra bu tabloya ilişkin olarak yaptığım okumalarda gördüm ki bir kere, orada acı çeken insanlar ve hayvanlarla yıkılmış binalar betimleniyor. Tüm sahne bir odanın içinde yansıtılıyor, sol tarafta yer alan büyük gözlü boğa, kucağındaki ölü çocuğa ağlayan bir kadının üzerinde duruyor. Resmin merkezinde acı içinde yıkılmak üzere olan, mızrakla vurulmuş bir at var. Atın burnu ve üst dişleri, bir insan kafatası şeklinde. Atın altında bir askerin parçalanmış cesedi var. Asker, üzerinde çiçeklerin büyüdüğü kırılmış bir kılıç tutuyor. Acı çeken atın üzerinde, göz şeklindeki çıplak bir ampul parlıyor. Atın sağ üst tarafındaysa, bu vahşi sahnelere tanıklık ederek camdan içeri girmekte olan, korku dolu bir kadın figürü var. Kadın, elinde yanan bir gaz lambası taşıyor. Korku içindeki bir başka kadın sağdan yalpalayarak merkeze doğru ilerlemekte. Kadın, parlayan ampule boş gözlerle bakıyor. Boğanın, atın ve çocuk için ağlayan kadının dilleri olarak çizilmiş olan hançerler çığlıkları simgeler. Sağ uçta, dehşet içinde kollarını kaldırmış bir adam, yukarıdan ve aşağıdan ateşlerle sarılmış. Tabloyu dikkatlice incelerseniz eğer, resmin sağ ucunda, açık bir kapıyla sonlanan siyah bir duvar var. Guernica hakkında, birbirinden oldukça farklı ve zaman zaman çelişkili yorumlar yapılmış aslında. Örneğin resmin iki baskın unsuru olan boğa ve atın neyi simgelediği konusunda farklı görüşler bulunur. Sanat tarihçisi Patricia Failing'e göre "At ve boğa İspanyol kültüründe önemli yere sahiptir. Picasso resimlerinde bu iki figürü, birçok farklı anlamda kullanmıştır. Bu yüzden Guernica'daki at ve boğanın kesin anlamını bulmak çok zordur. Bu iki figürün Guernica'daki anlamını açıklaması istediğinde Picasso şöyle cevap vermiş: "... bu boğa bir boğadır ve bu at bir attır... Resimlerimdeki belli şeylere birer anlam verdiğinizde bu doğru olabilir ama bu anlamı vermek benim fikrim olmamıştır. Sizin vardığınız fikirlere ve sonuçlara ben de varmış olmalıyım ama içgüdüsel ve bilinçsiz olarak. Ben resim yapmak için resim yapıyorum. Nesneleri oldukları gibi çiziyorum”!.. Ne hoş ve zeka ürünü bir yanıt değil mi? II. Dünya Savaşı sırasında Nazi işgali altındaki Paris'te yaşayan Picasso Gestapo tarafından sorgulanmış. Söylentiye göre bir Nazi subayı, ressamın evinde Guernica'nın fotoğrafını görünce, "Bunu siz mi yaptınız" diye sormuş  ve Picasso da "Hayır, siz yaptınız"  yanıtını vermiş?!.     Ve gelelim bu günlere… Tablonun goblen bir kopyası New York'taki Birleşmiş Milletler binasının bir duvarında, Güvenlik Konseyi salonunun girişinde sergilenmekte. Tablo buraya, savaşın dehşetinin bir hatırlatıcısı olarak konulmuş. Nelson Rockefeller tarafından yaptırılarak bağışlanan bu kopya, orijinali gibi siyah beyaz değil, kahverengi tonlarında. Hatırlar mısınız, 5 Şubat 2003'te Colin Powell ve John Negroponte'un basın toplantısı sırasında tablo, görünmemesi için büyük mavi bir örtüyle örtülmüştü? Ertesi gün bu örtünün, şiddet dolu sahnelerin arka planda kötü göründüğü ve konuşmacıların yüzlerin tam üzerinde atın kalçasının yer aldığı gerekçesiyle, televizyon habercileri tarafından istendiği açıklandı. Ancak bazı diplomatlar basına verdikleri demeçlerde, Bush hükümetinin, Powell'ın Irak'taki savaşa ilişkin açıklamalar yaparken arkada bu resmin gözükmesini istemediğini ve BM yetkililerine bu konuda baskı yaptığını söylediler.         Amerikan yönetimini bile utandırdı Picasso! Bu tablo, işte o tablo!.. Ortadoğu’nun fokur fokur kaynadığı, oralarda oluk gibi kan akan günümüzde de yaşamayı, insanlara hala mesaj vermeyi sürdürüyor.     Şimdi siz söyleyin bana? Bu gün ülkemizdeki hangi medya yöneticisinin odasında,  savaşın berbat yüzünü anlatan Guernica vardır? Kaç politikacı bilir bu tabloyu? İşte Saruhan abi bilirdi. Sadece duvarına asmakla kalmaz, hikayesini, gelmişini, geçmişini de bilirdi. Ve paylaşırdı insanlarla, bilginin sadece kendisinde kalmasını istemeyecek kadar hayırseverdi. O hiç kıskanmazdı, kıskanılırdı. Bir tek kişi değildi Saruhan abi, çok insandı. O kimilerine göre duayen, kimilerine göre entelektüel, kimilerine göre patron, kimilerine göre ekmek kapısı, kimilerine göre patron temsilcisi, kimilerine göre gazeteci dostu, öğretmen, danışman, abi, baba, iyi bir eş, dede, arkadaştı. Saruhan Ayber’i, gazetecilere beklenen zammı vermemekle suçlayanlar daha sonra göreve kendileri gelince patron talimatıyla çalışanları sefalete mahkum ettiler. Oysa Saruhan abi patronlara isimleriyle hitap eder, çalışanlar lehine günün koşullarında makul olanı hep alırdı. Saruhan abi liberal düşünceli, geniş, rahat bir adamdı; ona göre her şey olabilirdi, paniğe asla gerek yoktu! Dedi ki Halide o gün: Ülkenin şu andaki halini ve direksiyonun kimlerin elinde olduğunu biliyorsunuz!.. Türkiye’nin geleceğiyle ilgili ne düşünüyorsunuz Saruhan abi?   El cevap:   “Kazanımlar hiçbir zaman geriye gitmez. Durabilir.  Hatta çok uzun yıllar durabilir her şey. Geçen bu süre kayıp gibi görünebilir ancak, kazanımlar asla geri gitmez. İnsanlık hep ileri gidecektir. Korkma kızım!..”   Vefatının ardından Halide’ye sormuştum, “Tek kelimeyle Saruhan abiyi nasıl tanımlarsın” diye? “Bilge” dedi, “Saruhan abi bilge bir insandı”. Evet… Bir bilge insanımızı daha kaybetmiştik. Bir insan gerçekte ne zaman ölür? Kendisini hatırlayan en son insan öldüğünde değil mi? O vakit Saruhan abi gazetecilik mesleğine, yaşama kattıklarıyla, yaptıkları ve bu gök kubbede bıraktığı hoş sedayla çok çok uzun yıllar yaşamaya devam edecek demektir. İyi ki vardın, iyi ki yaşadın Saruhan abi, kifayetsiz muhterislere ders gibiydi hayatın. Ve teşekkürler bizleri zenginleştirdiğin, paylaştığın için. Bir kez daha güle güle sana… Sevgiyle, teşekkürle ve dostlukla.  

Diğer Haberler