Yazarlar

Selçuklu sancağındaki sır

post-img
Yaşamım boyunca yaşı hep benden büyük olanlarla ahbaplık ettim, akranlarım hiç sarmadı beni.   İşte onun için de hayatımın bu son demlerinde çok yalnız kaldım, yaşları gereği sevdiklerim birer birer terk edip gittiler beni.   “Sen bari erkenden ölüp gitme emi” dedim geçen gün Recep abiye (Acar)!..   “İnşallah” diye yanıt verdi.   Onunla yaklaşık 2 yıl kadar önce tanıştık Yeni Marmara Gazetesi Yönetim Kurulu Orhan Efe’nin çağırdığı bir davette, daha doğrusu yemeğin sponsoru Avukat Halil Ağa’ydı ama bizi Orhan davet etmişti.   Sürekli takipçilerim anımsayacaktır, Avukat Recep Acar emekli hakim aslında ama ondan önce de tam 10 yıl boyunca bildiğiniz “cami imamlığı” yapmış!   Biliyorum, yobaz solcular, bazı yoz Atatürkçüler hemen atlayacaklar şimdi yine, kendi kafalarına göre anlamlar yükleyecekler.   Fark etmez, o araba buraya park etmez!   Yenişehir’in, Menteşe Köyü’nden hemen ilkokulu bitirir bitirmez öğretmeninin iteklemesiyle sınavlara girip, Konya İmam Hatip Lisesi’ne “leyli meccani” yani, “parasız yatılı” öğrenci olarak okumaya gidiyor Recep Acar.   Orta mektep ve liseyi orada bitiriyor.   O yıllarda imam hatiplilerin üniversite sınavlarına girmeleri mümkün değil, yasak!   Devlet aklınca bu yolu tıkayarak kendini irticadan korumaya çalışıyor!   Bursa Erkek Lisesi’ne başvurup fark derslerini de vererek aynı zamanda düz lise mezunuoluyor Recep abi ardından.   Ve o sıra Altıparmak’ta bulunan, benim de daha sonra gideceğim Bursa İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’ni kazanıyor.   Sevmiyor bu okulu.   Bir daha giriyor sınavlara ve bu kez de İstanbul Hukuk Fakültesi’ni kazanıyor.   Bu arada Diyanet’te kadrolu imam olarak görev yapıyor çeşitli illerde, evleniyor aynı zamanda.   Tam 10 sene süren imamlığın ardından 10 yıl hakimlik ve devamında da avukatlık yaparak sürdürüyor yaşamını.   Ne zaman Bursa Adliyesi'nde bir davam olursa çıkışta Recep abiye de uğruyorum, önce Paçacı Hüsnü’de birer tas ab-ı hayat, o nefis çorbalardan içiyor, sonrasında da eski kentin tadına doyulmaz köşelerinde dolaşıp duruyoruz.   Alinur Aktaş’ın İnegöl’de yaptığı kent müzesiyle, ağaç ve orman ürünleri müzesini hiç gezmemiş Recep abi.   Siz de dolaşmadıysanız eğer, yolunuz o tarafa düştüğünde mutlaka bir uğrayın.   Bir ilçe belediye başkanının ufkunu, kalitesini görecek, Alinur Aktaş’ın Bursa Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na ne kadar çok yakıştığını orayı gezince daha iyi anlayacaksınız.   Sağ olsun, müzenin rehberlerinden “Kahraman” kardeşimiz binbir özenle dolaştırıp anlattı oradaki her objenin hikayesini Recep abiyle birlikte bana.   Aynı zamanda Büyükşehir Belediye Meclis Üyesi de olan Nedim Bayram sıcacık çayların ısıttığı dostluğuyla ağırladı bizi.   Nedim bayram müzelerin mimarlarından.   Her siyasi görüşten insanlardan oluşan ve içinde Serdar Rubacı, Bayram İnaltekin, İsmail Hakkı Özak, Ali Osman Olgun’un bulunduğu bir komisyon marifetiyle yıllarca çalışıp toplamışlar sergilenen o objeleri.   Ve bir kuruş para harcamamışlar biliyor musunuz!   Müze girişinde hemen sağ tarafta katkıda bulunanların isimleri yazılı.   Atadan, dededen kalanları bir çırpıda bağışlayan İnegöllüler'i de engin gönülleri nedeniyle kutlamak gerek bu arada.   Vedat’tan (Kantar) isteseler bir-iki eski obje, kedisini vermez bu arada, tam 3 tane Rus işi eski kızak topladı antikacılardan, söz verdiği halde birini bile yollamıyor hâlâ, akşamları birlikte yatıyormuş eli sıkı kerata!   İnegöl Kent Müzesi’ni daha önce iki kez gezmiştim ve daha önce fark etmemiştim biliyor musunuz!   Biliyorsunuz Osmanlı, Selçuklu’nun “uç beyliğidir” aslında.   Selçuklu sultanları serhat boylarında bir başarıya imza atan obalara beylik vererek bir sancak, bir tuğ ve bu kutlu durumun halka ilan edilebilmesi için bir de davul gönderirlermiş.   Rahmetli Tankut abi (Sözeri) anlatmıştı, Osmanlı’ya gelen davul Tahtakale’de, Üftade türbesinde dururmuş eskiden.   Sonra 1950’li-60’lı yıllarda ortadan kaybolmuş birdenbire, belli ki çalmış birileri!   Bir sancak, bir de tuğ olmalıydı ve onlar kim bilir neredeydi?   Henüz pek fazla kimse farkında değil ama İnegöl Kent Müzesi’nde o sancağı buldum biliyor musunuz!..   Üst katta odalardan birinin arka duvarında keşfedilmeyi bekliyor.   Selçuklu’nun, Ottoman’a gönderdiği ilk berat!   Bölgede ilkin Kulaca Kalesi’ni fethediyor Osman bey.   Ve o sancak gönderiliyor kendisine.   O günden sonra Kulaca Camisi'nde muhafaza edilmiş sancak.   Bundan 20-30 yıl öncesine dek milli bayramlarda çıkarılır, İnegöl halkına gösterilirmiş.   Sonra bir bayram üzerine yağmur yağınca liğme liğme olmuş daha sonra, dökülüp gitmiş 600 yıllık kumaş.   Müzeye alındıktan sonra da restore edilmiş.     “Ne yazıyor” diye sordum Recep abiye?   Besmeleyle başlanan sancakta “Fetih Suresi’nden” bir ayet var, “Allah’ın yardımı ve fetih yakındır” deniyor orada.   Sonra, dört İslam halifesinin ismi var.   En alttaysa dört garip isim:   “Meseline, Mekselina, Debernuş ve Kefeştatayyuş.”   “Bu isimler gizli ilimler dünyasında birer “Müslüman cin” olarak kabul edilirler ve bazı muskalara yazılırlar” dedi Recep abi ve devam etti:   “Zararlı bir şeyden rahatça kurtulabilmek, arzulanan şeylere ulaşabilmek, doğal felaketlerden kurtulmak, zengin olmak, çocukların ağlamasının kesilmesi, ticarette ve tarımda bereket, ölümden korunmak gibi gayelerle bulundurulurlar.”   Sağdan okununca isim isim Messelina…   Messelina…   Tarihte bildiğim bir tek Messelina var, o da Roma İmparatoru I Claudius’un karısı Valeria Messelina.   Tarihte hiçbir kadın onun kadar kötü bir ad bırakmamıştır biliyor musunuz?!.   Göz koyduğu her erkeği yatağına alan imparatoriçe arzularına karşı çıkan herkesi acımasızca öldürtür.   Claudius’un kardeş çocuğu Valerius Messala Barbatus’un kızıdır.   Çok güzel bir kadınmış “Nemfomanya’dan” muzdarip olan Messelina.   Bir gece bir gladyatörle mezarlıkta sevişirken adamın hançeri Meselina’nın içine girer ve kadın şöyle seslenir:   “Şükürler olsun, ölürken bile şehvetin kollarındayım!..”   “Meseline, Mekselina, Debernuş ve Kefeştatayyuş.”   Aaa!   Bunlar yedi uyurlar değil mi be?!.   Yemliha, Mekselina, Mislina, Mernuş, Debernuş, Şazenuş, Kefeştatayyuş Mumsema ve elbette köpekleri Kıtmir!   Yedi uyurlardan 4 tanesinin ismi var Selçuklu’nun, Osmanlı’ya gönderdiği sancakta!   Roma döneminde tek tanrıya inanan 6 genç kendilerini öldürmek üzere kovalayan askerlerden kaçarken bir çobana rastlarlar.   Kefeştetayyuş  isimli çoban onları bir mağaraya götürür ve hep birlikte 300 seneden fazla uykuya dalarlar.   Bu konu Kur'an’da Kehf Suresinde de anlatılır.   Sözü edilen mağara kimine göre Kahramanmaraş’ta, Mersin’de, Tarsus’ta, Hristiyanlara göreyse Selçuk’ta, Ayasuluk tepesindedir.   Şöyle bir hadis rivayet eder İslami kaynaklar:   "Çocuklarınıza Ashab-ı Kehf isimlerini öğretininiz. Bu isimler evlerin kapılarına yazılsa o ev yangından korunur, giysi üzerine yazılsa çalınmaz, deniz aracına yazılsa batmaz." Nazar ve diğer kötülüklerden korunmak için, evde ve işyerinde bereketi arttırmak için bu duayı okumalı ve bulundurmalısınız. Bereketin artması için, iş yerinin ve evin dört duvarına asılması gereken bir duadır.”   Vay, vay, vay!   Demek ki Ashab-ı Kehf’in isimleriyle korumak istemiş Osmanlı’yı, Selçuklu.   Dua da tutmuş hani işin açıkçası.   “Hüsnü’nün paça çorbası müzeleri gezerken eridi gitti, hadi köfte yiyelim” dedi Recep abi.   “Bi değişiklik yapalım, köfteyi bugün İnegöl’de yemeyelim” diye yanıt verdim.   Bastım gaza.   Turanköy’den, Yenişehir’e doğru giderken Marmaracık Köyü var.   Tam köye vardığınızda sağa, köprünün tepesine doğru bir yol çıkıyor.   İşte orada, tam yukarıda bir köfteci var ki, tadından yiyemezsiniz ürünlerini.   Minareden aşağı at beni, in aşağıya tut beni; o kadar yani!   İşte böyle…   Geziyoruz biz Recep abiyle…   Yiyoruz, içiyoruz, anlatıyoruz…   İyi mi böyle sohbet?

Diğer Haberler