Bendenizi ve zaman zaman da yazılarımı sıra dışı bulanları rahatlatmak için söyleyebilirim ki hem anne, hem de baba tarafından çok değişlik ve garip bir sülalenin mensubuyum.
Annemin babasının annesi yani “Goca ninem”, Şamanizmin bin yıllar ötesinden gelen kültür izlerini sonradan kabul edilen İslamiyet’le harmanlamış, eski deyimle bir “büyücü”, yeni terimle de bir “şifacıydı”.
Ortaçağ’da böyle binlerce kadının “cadı” diyen yakılarak öldürülmesi sonucu insanlığın uğradığı o büyük kıyım ve kaybı anımsatmama gerek ver mı?
Vücudunda bir yara, siğil ya da çıban çıkanlar, ateşli olanları da dahil olmak üzere her hangi bir hastalıktan muzdarip insanlar, kendilerini okutmak üzere Keles’in 38 köyünden de özellikle pazarın kurulduğu her Cuma günü goca nineme gelirler, tam ortasında koca bir yaz boyunca dallarından inmediğimiz o bereketli dut ağacının bulunduğu koca avluda bekleşerek sıranın kendilerine gelmesini beklerlerdi.
Bazı dertlere derman bulabilmek için 7 gün boyunca hiç aksatmadan gelmesi gerekirdi hastanın, kimi zaman da iş üç günde biterdi.
Bazen az da olsa duyulabilecek fısıltı halinde hafif bir sesle “elif, be, te, se, cim, ha, hı, dal, zel, rı, ze, sin, şın, sad, dat, tız, zı, ayın, gayın, fe, kaf, kef…“ diye Arap harflerini baştan sona 7 kez okur, her başlangıçta da hastanın yüzünden başlayarak tüm bedenine doğru nefesini olanca gücüyle üflerken, artık kalın damarları iyice yüzeye çıkmış yaşlı elleriyle de başlarından aşağıya doğru sıvazlardı insanları.
Arap alfabesi hiç insana şifa verir mi demeyin!
Öyle inanırlardı ve iyileşip giderlerdi gelenler!
Bazen de defalarca farklı dualar okur, her seferinde oradaki bir ahşap direğe çiviler çakarak, ertesi gün yeniden gelmelerini isterlerdi insanlardan.
Sayıları düzineleri bulan o çivilere dokunmak, söküp çıkarmak süre dolana dek özellikle biz çocuklar için büyük yasaktı çünkü, iyileşen hastalıkların sökene geçeceğine inanılırdı!
Yine okuduğu arpalarla hastaların yaralı bölgelerini hafifçe çizerek başka bir “totem” daha yapardı ve nasıl bir şeyse inanın insanlar kısa sürede iyileştikten sonra ellerinde süt bidonları, sepetlerinde yumurtalarla teşekküre gelirlerdi ertesi hafta öbek öbek.
Aynı zamanda Keles’in ve 38 köyünün tek ebesiydi goca ninem. Bundan elli yıl öncesinde karlı bir Aralık ayının, soğuk bir Pazar sabahı ben de doğmuşum ellerine, aynen 104 yıllık koca bir ömre sığan binlerce insan gibi.
Tam bir “Koca kadındı” goca ninem, Anadolu’da bundan on bin yıl önce yaşanan “Anaerkil dönemin” son temsilcilerinden biri gibiydi adeta.
Tüm ağaçları, kabuklarını, kökleri, otları, yer altındaki çiçek soğanlarını tanır, hangisinin hangi hastalığı iyi edeceğini bilir ve özellikle ağaç köklerini kullanıp bakır kazanlarda kaynatarak, kadınların ocak başlarında eğirdikleri yün iplikleri sarıdan kırmızıya, maviden yeşile dek her renge boyardı!
Tam bir “şifacıydı” nur içinde yatsın rahmetli “Goca ninem”, yedi cephede, yedi düvele karşı savaşa gönderilip de nerelerde düştükleri belli olmayan sülalenin erkeklerinden kalan yetimlere de sahip çıkarak, o yokluk yıllarında büyüten “nurlu” bir kadındı.
Annemin annesinin annesi yani, Ayşe Ninem de “ebelik” hariç hemen hemen aynı özelliklere sahipti. O da yaşlı bir koca kadındı, o da şifacıydı. Keles’teki lakabı “Tebbet Nine’ydi”. Hastalara, dertlilere okurken daha çok Kuran’daki “Tebbet Suresi’ni” ön plana çıkarırdı. Herkese başı her sıkıştığında bu sureyi okumalarını önerir, özellikle “seyeslâ nâren” ifadesine gelindiğinde “oranın mutlaka 3 kez tekrar edilmesi gerektiğini” söylerdi.
Hiçbir zaman hayatımızda olmamış ve olmayacak bir Arap’ın, “Ebu Leheb’in kendisine ve karısına karşı yapılan bir bedduayı tekrar edip durmak insanları iyileştirir mi hiç” demeyin; gelenler rahatlamış, dertliler dermanlarına doğru kucak açmış vaziyette ayrılırlardı yanından.
Nur içinde yatsın, Ayşe ninem de bir “şifacıydı”; hayır dualarla yolcu edildi bu dünyadan o da.
Babamın anası Emine ninem ve babası Ethem dedem de şifacıydılar.
Emine ninemin hastaları ayağa kaldıran kuvvetli nefesinin ötesinde Ethem dedem de kadim zamanlardan kendisine intikal eden başka tedavi yöntemlerine sahipti.
Mesela o dönemlerde hayvanlarla çok içli dışlı olan insanlar Şarbon hastalığından çok muzdariplerdi ve çoğu kez ölümle sonuçlanırdı bu vakalar. Hastanın kolunda ya da bacağında beliren ilk morarmanın etrafı undan karılan hamurla milimetrik ölçülerde havuz yapılarak çevrilir, sobanın üzerinde fokur fokur kaynayan has zeytin yağı bu havuza dökülürdü. O da yetmez, kor halde bekletilen odun maşası oyuktaki kızgın sıvıya batırılarak yağın kaynamaya devam etmesi sağlanırdı. Şarbondan ötürü hissetme duyusunu yitiren eti yağla kavrulmaya devam eden hasta uzun saniyeler boyunca önce hiçbir şey duyumsamaz, nice sonra “acımaya başladı” uyarısıyla zeytin yağı bir top pamuk yardımıyla oradan derhal alınarak, ardından kremlerden oluşan başka bir tedaviye geçilirdi.
Şimdi size komik ve garip gelebilir ama samanlıkta doğalı henüz birkaç saat olmuş fındık kadar küçük sıçan yavruları yine zeytin yağı dolu cam bir şişenin içine atılarak bir yıl beklenir, bu sürenin sonunda vücutları tamamen eridikten sonra, acı içinde gelenlere üçer damla damlatılarak kulak ağrısı için kullanılırdı.
Barut tozları, yer altındaki sarımsak benzeri bilinmedik soğanlardan elde edilen antibiyotikler, sünnetten ya da cerrahi operasyondan sonra kanamayı durdurmak için elde özel hazırlanan bitkisel bazlı tozlar, çeşitli macunlar, camdan koca koca bir sürü kavanozun içinde saklanırdı Ethem dedemin avlulu ahşap evinin yer odasındaki ceviz ağacından yapılmış ve koca bir duvarı kaplayan el işli dolaplarında.
Ha! Şifacılığının yanı sıra “sünnetçiydi” aynı zamanda dedem, anne tarafındaki Goca ninem nasıl doğurtuyorsa Keles ve köylerindeki insanları, baba tarafından dedem de aynı zamanda belli bir yaşa geldiklerinde sünnetlerini yapıyordu.
Şaka değil, çocukluğumun tüm evrelerinde görüp yaşadım bunları ben; şifacıydı atalarımın çoğu. Hepsi de dininde diyanetinde, beş vakit namazı ve ibadetinde, helal-haram, hayır hasenat bilen insanlardı; zor durumda kalmış kimselerden hiçbir şey beklemezler, ellerindekileri ve sofralarını her zaman yoksullarla paylaşırlardı.
Geçen gün Yeniakit Gazetesi’nde “Bursa’daki hukukçu çapulcular beraat etti” başlığıyla verilen bir haberde, kentimizde karara varılan bir duruşmadan söz ediliyordu:
“Gezi Parkı kalkışması sırasında izinsiz gösteri ve yürüyüş yaptıkları iddiasıyla haklarında dava açılan 33 çapulcu(!) skandal(!) bir kararla beraat etti. Üçer yıla kadar hapisleri istenen Çağdaş Hukukçular Derneği Bursa Şube Başkanı Aslı Evke Yetkin ve avukat olan eşi Kemal Özgür Yetkin ile Bursa Barosu avukatlarından Birkan Özen, BÜRO-İŞ Bursa Şube Başkanı Sürmeli Selçuk Söğüt, Kimya Mühendisleri Odası Eski Başkanı Ali Uluşahin, eski Eğitim-Sen Şube başkanı Hasan Özaydın’ın da aralarında bulunduğu toplam 33 sanık son kez yargılandı. Hakim, suçun unsurlarının oluşmadığı ve gösterinin şiddet içermediği gerekçesiyle çapulcuların beraatine karar verdi.”
Dün oturup uzun uzun düşündüm sadece kendine Müslüman, hak hukuk, kanun nizam bilmez, kendinden olmayan her kişiyi dışlayıp ötekileştiren, yukarıdaki haber müsveddesinde olduğu gibi yine kul hakkı yiyen, beyinlerindeki işletim sistemleri “Rabbena hep bana” formatında kurulmuş bu insanların deva bulmaz hallerini…
Ve dedim ki kendi kendime:
Onca insanı iyi etmelerine karşılık benim yedi sülalem bir araya gelse bile bunları iyileştiremez!
Bu insanları, bu zihniyeti, bu kafayı Allah iyileştirsin; şifalarını Allah versin.
Başka tedavi yöntemi yok çünkü.