
Yıllarca ben de “Morrison Süleyman” olarak tanıdım onu. Kapitalist vahşi batının Türkiye’yi yönetmek üzere görevlendirdiği has adamıydı. Halk düşmanıydı uzun süre benim gözümde de.
Ancak yaşım ilerleyip de bilgi ve farkındalık düzeyim artınca Süleyman Demirel kimliği gözümde zaman zaman batıya karşı açıkça direnen, daha doğrusu ülkenin milli çıkarlarını batıyla olabildiğince ters düşmemeye çalışarak uzun vadeli bir ince politikayla gözetmeye çalışan bir siyaset adamı olarak yer değiştirdi.
Son yüz yıl içerisinde elindeki her şeyini kaybetmiş bir cihan imparatorluğunun travmalı mirasçısıydı bu nesil.
Gözleri çok korkmuştu.
Onlara devrolunan görevse yeterince güçlenene dek ince bir siyasetle “yurtta sulh, cihanda sulh” söyleminden hareketle, mevcudiyeti mutlaka sürdürebilmekti.
Vahşi yaratıklarla dolu bir ormanda yaşamak kadar çetin ve çetrefilli bir işti devlet yönetmek.
İçeride herkesin adamı, her türlü hain ve düşman da mevcuttu. Güçlü olanların payını her zaman ayırmak gerekiyordu yoksa, tümü birden üşüşüp piranalar gibi beş dakikada yok edebilirlerdi sizi.
Ortada onca askeri darbe ve geçmişte çekmecesinde kırmızı kadın donu bulunarak başlatılan bir algı operasyonu sonucu darağacına yollanmış bir başbakan vardı.
Hem ömür boyu bir ülkeyi yönetmekle görevlendirileceksin, hem de her saniye kurtlarla dans etmek zorunda kalacaksın; çok zordu Süleyman Demirel’in işi.
“Dinini, diyanetini, fikirlerini, tarzını ve de mezhebini ister beğenin, ister beğenmeyin ama…
“İran İslam Devleti’nin siyasi, hukuki ve ruhani önderi Ruhullah Musavi Humeyni, sadece ülkesinin değil, orta doğunun ve büyük bir İslam coğrafyasının, batıya ve emperyalizme karşı gösterdiği tavizsiz ve dik duruşuyla çok büyük bir önderidir, kılavuzudur aynı zamanda!..”
Sizlere “dünyanın en büyük gangsteri kimdir” diye sorsam pek çoğunuzun aklına hemen ünlü Baba Filmi’nin kahramanı Don Corleone gelecektir mutlaka?
Gerçek yaşamda bu gün dünyanın en büyük gangsteri, en büyük haydudu Amerika Birleşik Devletleri’dir.
Don Corleone’nin bu alemdeki namıysa, Amerika’nın gangsterliğinin yanında İstanbul Manifaturacılar Çarşısı’ndaki bir “don markası” kadar komik kalır!
Öyle bizim gibi 300-500 milyar dolarlık yani, 1 milyar dolar kadar bile dış borcu bulunmayan ülkelerle kıyaslandığında daha iyi anlaşılabilir sözünü ettiğim tablo, ABD’nin bu gün dünyaya 13 bin 450 kere milyar dolar dış borcu vardır!
Yurt dışında başta Amerika olmak üzere, İngiltere ve Fransa’nın birlikte himaye ettikleri Humeyni’nin uzaktan çabaları sonuç vermiş, sallantıda olan şah rejimi yıkılmak üzereydi 1978 yılının sonlarına doğru artık.
Bursa’da, İpekçilik Caddesi’ndeki Koç Apartmanı’nın alt köşesindeki evde çoğu olmak üzere kentimizde tam 7 yıl barındırılan Humeyni’ye ardından yine Amerika’nın isteğiyle 3 yıl Saddam’ın yönettiği Irak’ta, 3 yıl kadar da Fransa’da bakılır.
İran’ı yönetirken biriktirdiği milyarlarca dolarlık serveti Amerikan ve İngiliz bankalarında bulunan devrik Şah Pehlevi’nin bu paraların tek kuruşuna bile dokunamadığı, dahası ülkesinden kaçarken ya da kaçtıktan sonra Humeyni’nin özel ricasıyla uçaktan aşağı atıldığı, bu gün Kahire’nin Rifai Camisi’nin avlusunda bulunan mezarınsa boş olduğu söylenir!
Daha sonra şüpheli bir şekilde Rıza Pehlevi’nin mirasçılarından küçük kızı Leyla’nın Londra’da bir otel odasında aşırı doz uyuşturucudan ölü bulunması, küçük oğlu Ali Rıza’nınsa başına tek kurşun sıkarak intihar etmesi hayli düşündürücüdür.
Kalan çocuklarınınsa babalarının maddi birikimlerinden (!) hiçbir şey talep etmemeleri, Amerika ve İsrail yanlısı söylemlerle bir gün sıranın kendilerine gelmesini ümit ederek yaşayıp gitmeleri son derece manidardır.
Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi’nin sonu da böyle olmuştur, Amerika onların tepelerine de çöküp, geride hiçbir şey bırakmamıştır!
Saddam’ın tüm çocuklarının tek tek avlanarak öldürüldüklerini, keza aynı akıbeti Kaddafi’nin çocuklarının da yaşadıklarını unutmadınız umarım?
Belli bir süre peşini kimse aramayınca hazineye devredilecek diktatör servetlerinden oluşan o muazzam meblağlar haramilerin kasasına önünde sonunda girecektir nasılsa.
1979 yılına kadar Amerika ve Avrupa’nın himayesinde yaşayan Humeyni ülkesine dönüp de iktidarını tam anlamıyla perçinleyerek, kendi örgütünü kurduktan sonra yanlarına bir tek kağıt parçası bile almalarına izin verilmeksizin İran’daki tüm yabancı elçilik görevlilerinin 48 saat içinde orayı terk etmelerini istiyor!
Şah döneminde ülkedeki akaryakıt ve doğalgaz kaynaklarını yıllarca hortumlayan İngiltere ve Amerika’nın dev petrol tekellerinin kıçlarına da tekmeyi basan Humeyni, pastaya bakakalan batıyı şoke ediyor böylece.
Ardından Amerika suikastle, öldürmekle tehdit ediyor Humeyni’yi.
Humeyni yanıt veriyor:
“Size karşı öyle bir terör uygularız ki, Amerika da dahil olmak üzere Avrupa’nın her köşesinde evlerinizden dışarı dahi çıkamazsınız!..”
Ve bunun üzerine Amerika 1979 yılında Londra’da, aralarında İngiltere, Fransa, Belçika, Almanya, İtalya gibi ülkelerin katılımıyla bir yuvarlak masa toplantısı düzenliyor. Toplantıda Türkiye’yi de dönemin başbakanı Süleyman Demirel temsil etmektedir.
Türkiye’den istenen şey İran’la savaşa girerek Humeyni iktidarını devirmesidir!
İranlılarla 1639’da yapılan Kasr-ı Şirin anlaşmasını gerekçe gösteren Demirel, “benim çimenli bahçemde fillerin tepişmelerine izin vermem” diyerek bu talebi kesin bir dilde reddeder.
ABD Başkanı Jimmy Carter kendisine “size Türkiye’de siyaset yaptırmayız” der.
“Sağlık olsun” diye yanıt verir Demirel.
Bunun üzerine batı Türkiye’ye ekonomik ambargo uygulamaya başlar.
Ekonomik yükü dar gelirlinin, emekçilerin sırtına binecektir ama çaresiz kalan Süleyman Demirel maliyenin çökmemesi için tedbir olarak, Turgut Özal’a 24 Ocak kararlarını hazırlatıp uygulatır.
Ardından ikinci bir yanıt olarak askeri darbe gelecek, ülkedeki Galadio’nun başı Kenan Evren ve arkadaşları hükümeti devirerek idareye el koyacaklardır.
Amerika’da bu durum, “bizim çocuklar başardı” diye karşılanır netekim!
O günlerde en az 3 milyon bizden, 3 milyon da İranlılardan şehit verilmediyse eğer, en az 2 onlardan, 2 milyon da bizden olmak üzere ortada yığınla sakat kalmış gazi dolaşmıyorsa , bu gün Türkiye’deki her insanın Süleyman Demirel’e en az bir kere vefa ve teşekkür borcu vardır!
Nitekim Türkiye savaşa sokulamayınca görev Saddam’a veriliyor. Tam 7 yıl boyunca savaştırıyorlar İran’la bu ülkeyi. Yaşanan sürecin sonunda kendine çok güvenen Saddam’ın, “bundan böyle petrolü dolarla değil, altın karşılığında satacağım” demesiyle son kullanma süresi doluyor ve sonu biriktirdiklerine el konulmakla birlikte kötü bir biçimde ölüm oluyor.
Nitekim daha sonra Kaddafi’yi de aynı akıbet bekleyecek, ailesinin tamamı bir sürek avı sonucu tek tek ortadan kaldırılacaktır.”
Bu bilgileri Mart ayının 3’nde yazdığım “Humeyni” başlıklı yazımda da paylaşmıştım.
Eğer Demirel o gün gerçekten de Amerika’nın adamı ya da uşağı olsaydı en azından iktidarını devam ettirebilmek için bu isteğe “hayır” demezdi.
Gazetenin 3 Mart tarihli yazısını Bursa’dan ortak bir dostumuz kendisine ulaştırmış. Daha sonra arşivine de koymak için iki adet daha istemiş ve gönderene demiş ki telefonda:
“Çok doğru bir zamanda çok doğru bir yazı olmuş, tebriklerimi iletiniz!..”
Bir yanını, bir yönünü daha anlatayım Süleyman Demirel’in de sizlerde benim gibi öğrendiğinizde şaşırın:
1990’la birlikte Sovyetler Birliği dağılmış, ortada kalan devletlerde tam bir kaos hakimdir. Dünyayla entegre olmadıkları için hiçbir ihtiyaçlarını karşılayamayan eski sosyalist devletler delikli kuruşa bile muhtaç vaziyettedir.
Ukrayna’nın limanlarında birindeyse 2 adet uçak gemisi demirli vaziyette beklemektedir.
Biri motorları dahil her türlü teçhizatı üzerinde ama eski, diğeriyse motorları henüz takılmamış ama yeni bir imalattır.
Demirel ne devlette, ne de siyasette bulunmayan ortak dostumuzu arar ve “hurda ticaretiyle uğraşan bir şirket kurmasını” ister.
Şirket kurulur…
Sonra örtülü ödenekten 1 milyon dolar para göndererek, “gidip pazarlık etmesini ve o uçak gemisini alıp Türkiye’ye getirmesini” ister!
Ukraynalılar parayı görünce hemen verirler aslında Sovyetler Birliği’ne ait olan o gemiyi.
Asıl amaçlanan şeyse şudur:
Dev gemi buraya getirildikten sonra şirket tarafından silahlı kuvvetlere bağışlanacak ve gerekli teçhizatı tamamlanarak Türkiye’nin bir uçak gemisi sahibi olması sağlanacaktır.
Üstelik de ölü fiyatına alınan dev aletin gerçek bedeli milyar dolarlar seviyesindedir!
İstanbul’dan bir koster götürülür ve gemi çekilerek Karadeniz’den, Marmara’ya doğru yol alınır.
Tam yarıya varıldığında Süleyman Demirel bizzat yine ortak dostumuzu arar:
“Amerikalılar projeyi öğrenmişler, yapacak başka bir şey yok, gemiyi geri götürüp aynı yere teslim edin!..”
Ve sevgili okurlar, Google “Çin, Ukrayna, uçak gemisi” yazıp sorgulayınca sonraki gelişmelerin neler olduğunu ayrıntılarıyla sizler de göreceksiniz…
Aynı şekilde Çin hükümeti aradan 5 sene geçtikten sonra 1998 yılında paravan bir şirket kurarak turizm amacıyla bu gemiyi 20 milyon dolara satın alıyor. Ardından da teknik edevatını orada takarak Çin’in ilk uçak gemisi ortaya çıkıyor!
“Türkiye’nin bir uçak gemisi olsa ne olur, olmasa ne olur” diye düşünenler olacaktır mutlaka.
Onlar sosyal medyadan ya da kahvehanelerden devlet yönetmeye çalışan zır cahillerdir bu gün bence!
Oysa Devlet’i devlet adamları yönetir.
Her türlü eleştiriyi yapabilirsiniz, her şeyi söyleyebilirsiniz Süleyman Demirel için ama hele hele şimdikilere bakınca “devlet adamı değildi” diyemezsiniz!
Ülkesini ve halkını seven sapına kadar bir devlet adamıydı Demirel.
Sevenlerine baş sağlığı diliyorum.
Tanrı taksiratını affetsin.