Bilecik’te Jandarma olarak başlayan askerlik görevimi tamamlamak üzere uzun yıllar önce otobüsle Hatay’a vardığımda her yıl üç kez ürün alınan bereketli Amik Ovası’na ılık mı ılık, tatlı bir yağmur yağıyordu.
Günlerce, hatta haftalarca da yağdı.
Oysa donuyorduk o kış aylarında ilk eğitimizi aldığımız Bilecik’te; yün donlar, fanilalar giyiyorduk içimize.
O bereket fışkıran, kocaman ovayı su basmış, er eğitim alayındaki binaların zemin katlarını su basma tehlikesi belirmişti.
Çok sıkı bir eğitim veriliyordu gelen acemi askerlere.
Çünkü orada yetişenler doğrudan güneydoğuya, o sıralar çok yoğunlaşan çatışmaların ortasına gönderiliyordu dağıtımda.
Genellikle topuklarından vuruluyordu askerimiz.
Uzun yıllar boyunca çatışmaların içinde bulunan teröristler usta birer savaşçı olmuş, nişancılıkları sayesinde bizim Mehmetlere bir hayli zarar veriyorlardı.
Peki niye topuklarından?
Tüfeğiyle birlikte yerde sürünmeyi bir türlü öğrenemiyordu bizim askerimiz.
Sürünürken olabildiğince yere paralel tutması gereken ayaklarını yatırmıyor, dik tutuyordu da ondan!
Eğitim çavuşları yerde sürünen acemilerin ayaklarına basıyordu sürekli alışsınlar diye!
Birliğe 1 kilometre uzaklıkta yürüyüş mesafesinde bulunan Serinyol Kasabası’nın yolu hakikaten yaz sıcağında insanı güneşten koruyacak kadar ulu ve bol yapraklı ağaçlarla doludur sağlı sollu.
Çok da güzel boğma rakı yaparlardı Serinyol’da o yıllarda!
Ayranın içine katıp, şiş kebap eşliğinde içmek pek de keyifli olurdu doğrusu.
Muhteşem bir mutfağı vardır Hatay’ın.
Döneri efsane gibidir mesela.
Bir tür kekik olan taze zahterle beslenir kuzuları çünkü.
Meşhur kaytaz böreğine bayıldım, humus paçası, saçta ıspanaklı börek, biberli ekmek, belen tava, tepsi kebabı, çıtır kabak tatlısı mutlaka tadılması gereken lezzetlerdendir.
Ve künefesi elbette…
Şiir gibidir adeta.
Bir sevgiliyle aşk yaşar gibi hissedersiniz yerken.
Size bin yıl kadar gelen bir anlık kavuşmanın hazzını yaşarsınız.
Her yanından gürül gürül suların fışkırdığı Harbiye mesire yeri çok bozulmuş, yakında gittim ama oradan da artık sadece Hatay’da üretilen el tezgahında dokunmuş ipekten göynekler, artık banyolarda havlu yerine kurulanmak için kullanılan keten peştemallar satın alabilirsiniz.
Saint Pierre Kilisesi de oradadır mesela.
Antakya- Reyhanlı yolu üzerinde, kente iki kilometre uzaklıkta, Habib-i Neccar Dağı’nın eteğindedir.
Doğal bir mağaradır aslında, küçük eklemelerle kiliseye dönüştürülmüştür.
Kesin inşa tarihi bilinmemekle birlikte İsa’nın on iki havarisinden biri olan Aziz Petrus’un ilk vaaz verdiği yer olduğuna ve mağarada cemaatin ilk kez ‘Hıristiyan’ adını aldığına inanılmaktadır.
Bu nedenle St. Pierre Kilisesi Hıristiyanlığın ilk kilisesi olarak bilinir.
Ne büyük hazine değil mi?
Samandağ’daki Titus Tüneli hayli etkiler insanı.
Tarihi milattan önce 300’e dayandırılan Seleucia Pieria Antik Kenti görülesi yerlerdendir.
Dolaşırken yol kenarlarında tezgah açmış köylü kadınlardan defne sabunu, mevsiminde hünnap ya da zeytinyağı satın alabilirsiniz.
Bütün her yer buram buram defne kokar oralarda.
Eskiden kent merkezinde bulunan arkeoloji müzesi yakın zamanda dağ yamaçlarındaki modern, yeni yerine taşınmış.
En az Gaziantep’tekiler kadar muhteşem mozaik süsleme örneklerini görürsünüz orada.
Daha neler neler.
İyi ki askerliğimi orada yapmışım, çok zenginleştirdi beni Hatay.
Çok da şaşırtmıştı hani!
Çünkü sohbet ettiğim yöre halkının en azından bir kısmı Türkiye’yi sevmiyor, o yıllarda Suriye’ye bağlanmak istiyorlardı!
Arap’tı bunlar.
Biliyorsunuz bu bölge ülkemize sonradan, yapılan referandumla bağlanmış bir şehirdir.
Gerekçe olarak da o yıllarda Suriye’deki akrabalarının kendilerinden daha zengin ve müreffeh bir hayat sürmelerini gösteriyorlardı.
Aradan uzun yıllar geçti, düşündüm, acaba şimdi tek kişi var mıdır Suriye’de yaşamak isteyen?!.
Ucuz, pahalı, oturur bunu da tartışırız ancak, pazarlarımız, alış veriş mekanlarımız, ağzına kadar dolu ve her şeyimiz var.
Zengine göre de var pek çok ürün, fakire göre de.
Çorap topuklarının, pantolon dizlerinin yamandığı dönemleri de gördük biz.
Bu gün sahip olunan S 400’lerle birlikte daha da güçlü bir ordumuz, seferberlikte cepheye koşacak her yaşta on milyonlarca yedek kuvvetimiz var.
“Suriyeliler meselesini” bir türlü anlayamıyor bazı kafalar!
Bundan 30 küsur yıl önce Hatay’daki bir adam nasıl Suriye’ye özendiyse, bundan böyle en az 5 milyon insan da ileride Türkiye’ye özenecek ve Türk hükümranlığında yaşamak isteyecek.
Ülkemizin Mezopotamya’daki en önemli elçileridir artık onlar ve çocukları.
Devletlerin gelişimi, ilerlemesi öyle beş-on yılda olmaz, uzun soluklu bir maratondur büyümek.
Her toplumun içinden iyisi de kötüsü de çıkabilir, dilencisi de olur, berduşu da ama iyisi de vardır mutlaka.
Geçen akşam Suriyeli komşumuz dünyanın en sevimli çocuğu olan oğlu Fehit’le içli köfteye benzeyen, irmik harcının içine baharatlı kıyma karışımı konulup, mangalda pişirilmiş Halep işi köfte göndermiş bir tabak, “İçimize sinmedi, siz de yiyin” diye.
Bu gün de yine kapı çalındı, baktık, yine Fehit.
Elinde iki kova dolusu bardacık erik.
Bahçeden toplamışlar.
Onlar bizim hakkımızmış.
Nasıl görgülü, gün görmüş bir aile anlatamam!
Bunlar da var arkadaşlar, bilmem anlatabiliyor muyum?
Hepiniz için demiyorum ama var aranızda bazı pesimist düşünceliler.
Bizler oldum olası bir somun ekmeğini paylaşan insanlarız; yapmayın böyle düşmanlık, kin, haset, fesat!
Bu dünya hepimizin.