Bundan uzun yıllar önce dönemin Doğruyol Partisi İl Başkan Yardımcısı Bekir Öner’in konuğu olarak Ağrı’ya gitmiştik.
Orada bir spor salonu dolusu çocuğu sünnet ettirmiş, kılık kıyafetlerinden cep harçlıklarına değin her türlü ihtiyaçlarını karşılamıştı Bekir abi.
Daha sonra memleketini gezdirirken ovalık bir yerin tam ortasında iki tepe göstermişti bana.
Biri kocaman dağ gibi, diğeriyse onun beşte biri kadar küçük bir şeydi.
Yavuz Sultan Selim ordusuyla doğu seferine çıktığında, her bir askerin sırtında taşıdığı kalaylı bakır tayın sahanına toprak doldurmasını ve geçerken o büyük tepenin bulunduğu alana dökmesini emrediyor.
Aynı şeyi dönüşte yine aynı yerde tekrar yaptırıyor Yavuz ve bu kez de yanındaki daha küçük tepe kalıyor geride.
Askerlerin sayısı hayli azalıyor demek ki.
Tabii, demir yumruk gibi Anadolu’dan bir çıkacaksın, Şah İsmail’i, Mısır Memluklerini, onlara bağlı yaşayan Abbasi hanedanını darmadağın edip, gemiler dolusu altın ve kutsal emanetlerle döneceksin İstanbul’a geriye, kolay iş mi?
Muhteşem ve muktedir bir padişahtı Yavuz Sultan Selim.
Dokuzuncu Osmanlı padişahı ve 88’nci İslam halifesiydi aynı zamanda.
Tahtı devraldığında 2 milyon 375 bin kilometre kare olan Osmanlı topraklarını sekiz yıl gibi kısa bir sürede 2 buçuk kat büyütmüş ve öldüğünde bu rakamı 1 milyon 700 bini Avrupa'da, 1 milyon 905 bini Asya'da, 2 milyon 905 bini de Afrika'da olmak üzere tam 6 milyon 557 bin kilometre kareye çıkarmıştır.
Padişahlığı döneminde Anadolu'da birlik sağlanmış, halifelik Mısır Memlükleri'ne bağlı Abbasilerden Osmanlı Hanedanına geçmiştir.
Ayrıca o devrin en önemli iki ticaret yolu olan İpek ve Baharat Yolu'nu ele geçiren Osmanlı, bu sayede doğu ticaret yollarını da tamamen kontrolü altına almıştır.
Sultan Selim, babasından devraldığı boş hazineyi ağzına kadar tıka basa dolduran tek hükümdardır.
Hatta yaygın bir söylenceye göre, hazinenin kapısını kendi mührünü vurup kapattıktan sonra, şöyle vasiyet etmiş Yavuz:
"Benim altınla doldurduğum bu hazineyi, torunlarımdan her kim aynı şekilde doldurabilirse işte o vakit kendi mührü ile mühürlesin, aksi halde Hazine-i Hümayun sonsuza dek benim mührümle mühürlensin!.."
Bu vasiyet daha sonra uygulanmış, o tarihten sonra gelen padişahların hiçbiri hazineyi tam dolduramadığından, kapısı Osmanlı'nın yaklaşık 400 yıl sonraki iflasına kadar hep Yavuz'un kendi tuğrasıyla mühürlenmiştir!
İşe önce Şah İsmail önderliğindeki İran üzerine yürüyerek Çaldıran Zaferiyle başladı Yavuz Sultan Selim.
Doğudaki bu Şii Safevi devleti mutlaka ortadan kaldırılmalıydı yoksa günün birinde aynı şey Osmanlı Devleti’nin başına gelebilirdi.
Ve işte Osmanlı’nın artık Teokratik yani,dini temele göre düzen tuttuğu dönem o sıralarda başlar.
Ortadoğu Şii’liğine karşı Arap Sünniliğini benimseyip desteklemeye karar verir devlet erkanının telkin ve tavsiyeleri sonucu Yavuz ve yüzyıllarca sürecek mezhep çatışmalarının o kökleri çok güçlü tohumları da ne yazık ki bu tercihle atılır.
Ancak çare yoktur, varlık ya da yokluk savaşıdır bu, ya onlar Osmanlı’yı yutacaktır ya da Osmanlı onları!
Yavuz’un bir diğer amacı da doğudaki tüm İslam devletlerini Osmanlı çatısı altındabirleştirmekti.
1514 baharında yola çıktı ordu, oğlu Süleyman’ın komutasındaki 50 bin kişilik kuvveti de geride ihtiyat olarak bıraktı.
Hedef, Erzincan üzerinden Tebriz’di.
Her iki ordunun mensupları da Türk ve Müslüman’dı oysa.
Ancak kudret ve zafer öyle kardeşlikmiş, akrabalıkmış filan tanımıyordu
Osmanlı ve Safevi ordularıÇaldıran Ovası'nda23 Ağustos 1514 tarihinde karşılaştı.
Süleyman döneminde hazırlanmış olan Şükri-i Bitlisi'nin,Selimnâmeadlı eserinde; Safevi askerleri, kırmızı çubuğa dolanmış sarıklar, miğfer ve zırhla; Osmanlı Ordusuysa önde tüfek ve mızraklı dört yeniçeriyle zırhsız ve miğfersiz olarak resmedilmiştir.
Safeviler yapılan savaşta bozguna uğradılar.
Şah İsmail muharebe alanından kaçtı.
Selim yoluna devam ederek Tebriz’e girdi ve her büyük ve ilerisini görebilen sultanın mutlaka yaptığı gibi oradaki bir çok sanatçı ve dönemin bilim adamlarını İstanbul’a gönderdi.
Sonra Erzincan, Bayburt Osmanlı hakimiyetine geçti.
Bir dahaki bahara kadar konakladı Yavuz.
Bu arada doğu ve güneydoğu Anadolu’daki bazı kale ve kentler de ele geçirildi.
Kemah kalesinden başlandı işe.
Ardından Safevi’ye karşı Osmanlı’yı sırtından hançerlemeye kalkan Dulkadiroğlu Beyliğihalledildi.
O bölgedeki en önemli kentlerden biri olan Diyarbakır ve kalesi, dönemin ünlü bilim ve siyaset adamı İdris-i Bitlisi’nin araya girmesiyle savaşmadan, sulh yoluyla alındı.
Yine onun yardımlarıyla Mardin, Siirt, Hasankeyf, Bitlis ve Cizre de Osmanlı topraklarına katıldı.
Bu arada Yavuz’un, Şah İsmail üzerine yürüdüğünü haber alan Mısır’daki Memlük Sultanıordusunu Osmanlı sınırına kaydırmıştı.
Sırada eski firavunların ülkesi vardı.
Aynen Anadolu’yla, Avrupa’nın kadim kapışmalarından birinin sergilendiği Troya Savaşı gibidoğuda da o günden tam 2838 yıl önce Hititler’le, Mısır Krallığı arasında gerçekleşen Kadeş Savaşının bir benzeri daha yaşanacaktı.
Tarih, 24 Ağustos 1516’ydı.
Dünyanın en güçlü iki ordusu Mercidabık Ovası’nda karşı karşıya geldiler.
Karşı taraf bozguna uğradı.
Memlük Sultanı Kansu Gavri atından düşerek boynunu kırdı.
Halep ordaysa, arşın da buradaydı!
Ardından Ridaniye savaşı ve 4 Şubat 1517’de Yavuz Sultan Selim, Kahire’de törenlerle karşılandı.
Bu bedelleri de elbette ağır olan savaşlar sonucu Suriye, Filistin, Mısır Osmanlı hakimiyetine girmiş, ayrıca Hicaz bölgesi de ele geçirilmişti.
Hoş daha sonra Ümit Burnu’nun keşfi nedeniyle bu avantaj çok uzun sürmeyecekti ama Baharat ve İpek Yolu’nun da kontrol altına alınması sonucu Avrupa ülkeleri de Osmanlı’ya bağımlı hale geldiler.
Savaştan sonra Halifeliği devralan, kutsal emanetlerle birlikte eski halife ve akrabalarını daidari tedbir olarak İstanbul’a yollayan Yavuz Sultan Selim başka bir şey daha yaptı.
Mısır ve Arap yarımadasında Sünni kültürle yetişmiş Arap kökenli ne kadar alim ve şeyh varsa ki, bunların sayısının 15 bin kadar olduğu söylenir, medreselerde yararlanılmak üzere İstanbul’a getirtti.
Ve teokratik bir kalıba soktuğu Osmanlı İmparatorluğu’nun sinir uçlarını ilerisi için güvence olarak “Sünni devrelerle” bezedi.
Bu gün ülkemizde çoğu bu gelenlerin torunları olmak üzere Arap kökenli yaklaşık 6 milyon insan yaşamakta, bunu biliyor muydunuz?
Ve memlekette ne kadar Sünni tarikat ve cemaat varsa hemen tümünün çekirdek kadrosu da bunlardan oluşuyor ve sahip olunan muazzam büyüklükteki servetlerin gelirleri de yine bunlara gidiyor.
Ortadoğu Şii’liğiyle, Türk Aleviliği’nin hiçbir ilgisi yoktur; bunu belirtmeye gerek bile yok zaten ama…
Bundan 500 yıl önce de olduğu gibi bu gün yineŞiilik, Sünnilik kavramlarını kullanarakbirileri siyasi güç elde etmeye çalışıyor.
Saddam ve Kaddafi’nin başına gelenlerin ardından o kadar çok korktular ki Beşar Esad ve onun rejiminden beslenen kişiler kendi sonlarından, Daraa’da sadece 5 çocuğun okullarının duvarına “Esad istifa” diye yazmasıyla da paniğe kapıldılar.
Sadece 13-14 yaşlarında olan bu çocuklar derhal tutuklandı, konuşmaları için işkence edilip, Esad’ın istihbarat örgütü mensupları tarafından tırnakları söküldü!
Suriye’deki olayların başlamasına bu olayın neden olduğunu biliyor muydunuz mesela?
Çocuklar ailelerine de verilmeyince ilk protestolar başlıyor Daraa’da.
Adalet ve barış isteyen insanlar Suriye’nin diğer kentlerinde de gösterilere girişiyorlar.
Ne yapıyor Esad?
Gösterilere katılan herkesi havadan ve karadan ağır silahlarla bombalamaya, üzerlerine kimyasal silahlar atarak katletmeye başlıyor.
Koltuğunu ve etrafındaki menfaat şebekesini koruyabilmek için çocuklar da dahil olmak üzere, acımasız biçimde herkesi öldürmeye girişiyor.
Yazın Youtube, “Suriye, Daraa, çocuk, bomba, Esad” diye, çıkan görüntüleri izlemeye yüreğiniz dayanmaz.
Bu tablo karşısında ipi batılı ülkelerin elinde olan örgütler de sokulunca devreye, milyonlarca insan gelip Türkiye’nin kapısına dayandı.
Şiilerin yoğun yaşadığı birkaç şehir var, Esad onlara hiç dokunmadı biliyor musunuz?!.
Hep kendisine tehlike olarak gördüğü Sünnileri öldürdü.
Köyleri kentleri muhasara altına alıp aç bıraktı; insanlar kedi, fare yiyerek hayatta kaldılar.
Yazın yine Youtube, “kimyasal silah, esad, çocuk, Sarin gazı” diye!
Atılan kimyasal silahlardan dolayı can çekişen bir kız çocuğunun videosu da var orada, Esad’a“seni Allah’a şikayet edeceğim” diyor ölmeden önce!
Türkiye’ye kaçanların çok büyük bir kısmı Sünni, bu doğru ve Kemal Kılıçdaroğlu’yla, bazı CHP’lilerden çok korkuyorlar; Alevi olduklarını bilip, Esad’ın askerleri gibi Şii olduklarını sandıkları için de iktidara geldikleri vakit kendilerini geriye, ölüme yollayacaklarınıdüşünüyorlar!
Vatandaş yapıldıkları takdirde de oy verecekleri tek parti elbette AKP olacak.
Peki bunlar vatandaş yapılmalı mı?
Her toplum gibi içlerinde dilencisi, hırsızı, katili mutlaka olacak, ben insani açıdan bakarım meseleye ve elbette “bizimle uyum içerisinde yaşayabileceklerse, buyursunlar aramıza katılsınlar” derim.
Ama bilin ki adına “devlet” denilen kurumu yönetenlerin önceliği asla hümanizm değildir.
Tehlike olarak gördükleri her unsuru milyonlarca insanı katletmek bahasına yok etmek için gözlerini bile kırpmazlar yeri geldiğinde.
Diğer taraftan genişleyip büyümek için de en başta tutundukları din ve mezhep olmak üzere her türlü fırsatı kullanarak amaçlarınadoğru ulaşmaya çalışırlar.
Fikrimin ötesinde, bundan sonra“olacağı” söyleyeyim size:
Türkiye Cumhuriyeti Devleti şu an ülkemizde bulunan Suriyeli Sünnilerin çok büyük bir kısmına nüfus cüzdanı verecek ve onları çifte vatandaş yapacaktır, bunu göreceksiniz!
Çünkü gelecekte o topraklarla Türkiye arasındaki rabıtayı sağlayacaktır onlar!
Bu devletin hafızasındaki “misak-ı milli andı” hala geçerliğini korumaktadır çünkü!
Hükümetin ısrarla Gazze’ye yardım götürme çabasının ardındaki asıl gerçek de budur!
Yapılmak istenen şey ileride oradaki Sünni Araplarla birlikte hareket edip, sonraki adımların hazırlanmasıdır.
Hasılı, giriştiği büyük muharebeler sonucu bölgede yaklaşık 400 yıldır huzuru sağlayan Yavuz’dan bu yana değişen hiç bir şey yok.
Sözde insanlık, görünürde din, diyanet ve mezhep ama tam bir varlık yokluk ve çıkar savaşıdır bu savaş.