O sene Paskalya yani, Diriliş Bayramı yine zehir olmuştu her birine.
Yaşadıkları kent tam 20 yılı aşkın süredir kuşatma altındaydı.
Son 40 gün boyunca büyük perhiz dönemine giren büyükler geçen Pazar artık bunu bozmuşlar ve sıra kutlama ve ayinlerin yapılmasına gelmişti.
O da oruca uyup hayvansal gıda tüketmek istemiyordu ama annesi arada bir evlerinin o koskocaman bahçesinden yakalayıp kestiği tavukları kendisi ve kardeşine zorla yediriyordu “siz daha büyüyeceksiniz” diyerek.
Zaten yıllardan beri koyun keçi nerede vardı ki ara da bulasın?
Tükettikleri gıda şehrin dışındaki gizli geçitlerden kale surlarının içine dek ulaşan tüneller vasıtasıyla zar zor getirilebiliyordu ancak.
Fahiş fiyatlarla yiyecek satan aç gözlü Cenevizli tüccarlar yüzünden kimsenin elinde para da kalmamıştı.
Vali Atranos devlet görevlilerine aylardan beri hiç ödeme yapamıyordu.
Babası sarayın baş yontucusuydu Tamara’nın.
Eline düşen her taş parçasını bir mercan gibi ince ince işler, hazine kıymetinde sanat eserlerine dönüştürürdü.
O sene bahar ekinoksundan sonra çıkan dolunayın ardından gelen ilk Pazar gününü 2 gün önce yaşamışlar, kutsal ruha kendilerine yardımcı olması için dualar etmişlerdi yine.
Kocaman ateşler yakılmış, yüce Jesus’un dirilişini simgelemek için yüzlerce mumun fitilleri tutuşturulmuş ve Aziz Elia Kilisesi’nde yapılan ayinler sırasında okunan ilahilerin sesi yine bütün bir ovada yankılanmıştı.
Buna karşılık dışarıdan büyük köslerine vurup, davullar çalarak karşılık veriyor, naralar atarak küfürler ediyordu şehri kuşatanlar.
Yer yer bataklıklarla kaplı verimli, geniş bir ovanın bitmindeki ulu bir dağın yamacına kurulmuş surların içinde binlerce yıldır yaşayıp gitmişti ataları.
Bir parça eskiyip köhnemiş de olsa geniş bahçeli kocaman konakları, heykellerle süslü büyükçe bir kütüphanesi, gymnasiumu, sık sık tiyatro oyunları ya da konserlerle şenlenen bir amfi tiyatrosu, agorası, muhteşem bir sarayı, kiliseleri, şapelleriyle çok güzel kadim bir kentti Prusia.
Babası “mekanı kutsal ruhun yanı olsun, Bitinya Kralı Prusias kurmuş büyük emeklerle bu şehri” derdi.
Kendisinden bir yaş küçük erkek kardeşi Ardounis’in babasının yanına gittiği sırada dikkatsiz bir sürücünün agorada üzerine gelmesi sonucu o at arabasının tekerleri arasında can verdiği o günden sonra kutsal ruha çok dua etti onu geri vermesi için.
Nicedir surların dışına çıkıp ölülerini yamaçlardaki eski mezarlığa götüremedikleri için herkes evinin ya da komşusunun bahçesine gömüyordu yakınlarını.
Kız kardeşi Teodora’yla birlikte uzun günler kabrinin başına gidip beklemişlerdi “acaba Ardounis geri gelir mi” diye?
Büyükannesi, “Hazreti İsa’nın çarmıha gerildikten sonra 3’ncü günde dirildiğini, her sene Paskalya Yortusu’nu işte bu yüzden kutladıklarını” anlatmıştı ama kutsal ruh onca yalvarmalarına karşın kendi kardeşini bir türlü geri vermiyordu işte.
Paskalya’nın en çok annesinin ocaktaki toprak kabın içine soğan kabukları da katarak kırmızıya boyadığı haşlanmış yumurtalarını ve çörek otlu, susamlı çöreklerini seviyordu Tamara.
Çevre köylülerin her Pazar günü ürünlerini getirip sattıkları sur dışındaki Tahtakale’ye, alış verişe de gidememişlerdi yine bu kötü barbarlar yüzünden.
Yaklaşık 25 sene önce buralarda görünmeye başlamışlar, beraberlerinde taşıdıkları binlerce koyun ve keçiyi tarlalarına, bahçelerine sürerek çekirge sürüsü gibi her yeri talan etmişlerdi.
Çevredeki köy ve kasabalara baskınlar yapıyorlar, kadınlarını kızlarını kaçırarak kendilerine köle ediyorlardı.
Başlarında börkleri, üzerlerinde yelek ve köynekleri olan eli kılıçlı bu korku nedir bilmeyen insanlar kısa bacaklı bodur atlara biniyorlar, surlara hücum ettiklerinde garip nağralar atıyorlardı.
Başlarında Kara Ottoman diye bir adam vardı.
Kökleri Şamanizm’e dayanan aşiretin en tepesindeki bu kişi şifalı otlarla hasta tedavi edebildiği için “Ottoman” lakabını taşıyordu.
Çok çaresizdi Prusia halkı.
Aslında sonun başlangıcı Bapheus Savaşı’nda alınan o büyük yenilgiydi.
Kadim Doğu Roma İmparatorluğu aslında işte o gün yıkılmıştı.
Vali Atronos, Castel ve Kite tekfurları bu barbar Ottoman ve askerlerine büyük bir darbe indirip geldikleri yere kovalamak için güçlerini birleştirdiler.
İmparator 2’nci Andronikos Palaiologos da paralı Alan askerlerinden oluşan 2 bin kişilik bir ordu gönderdi Konstantinopolis’ten.
İki kuvvet 18 Temmuz 1302 tarihinde Baphaeon’da karşılaştı ve çatışmalar tam 9 gün boyunca sürdü.
Kara Ottoman’ın yeğeni Aydoğdu Bey de orada öldü ama büyük bir yenilgi ve hezimete uğradı Hristiyanlar.
Hadrianoi Tekfuru kalleş Mikhael Kosses de Ottoman’ın yanında, Roma ordusuna karşı savaştı o gün.
Yüce Jesus’u bir kenara bırakıp Müslümanlığa geçmiş, Köse Mihal adını almıştı.
Kutsal Meryem’in bakışları sonsuza dek yaksın onu yattığı yerde!
İşte o günden sonra kuşatmaya başladılar bu güzel kenti.
Şehrin yamaçlarına iki kule dikip, suyunu ve yiyecek ikmalini kestiler.
Oysa henüz bilmiyorlardı ki sudan ibaret bu kadim kentin her karışından sular kaynıyordu ve sur içindeki evlerin hepsini dolaşan billur bakışlı, buz gibi kaynakları vardı.
O yıl bahar yine gelmişti.
Bahçelerdeki erik, kiraz, vişne ve ayva ağaçları çiçeklenmiş, bahar dalları kaplamıştı her yeri.
Mor salkımlar fışkırırcasına bahçe duvarlarından aşağı doğru sarkıyordu.
Bal arıları çiçekten çiçeğe dolaşıyor, çifter çifter beyaz kelebekler kanat çırparak insanın içini açıyordu.
Ancak kent halkının çiçek böcek görecek hali hiç yoktu.
Yıllardan beri direnmekten iyice yorulmuşlar, kıtlık ve yokluktan iyice perişan olmuştu her biri.
Kaleye bir gün önce elçi olarak hain Mikhael Kosses gelmiş, sarayda valiyle konuşarak Ottoman’ın son teklifini sunmuştu.
Vaade göre şehir sessizce terkedildiği takdirde herkes yanına taşıyabileceği kadar eşya alabilecek, Türklerin sağlayacağı güvenlik eşliğinde Kios’tan gemilere binilerek Konstantinopolis’e kadar gidilebilecekti.
Çok büyük bir yas ve keder içindeydi insanlar.
Doğup büyüdükleri yerleri, bağrına atalarını emanet ettikleri topraklarını, evlerini terk etmek onlara çok zor geliyordu.
Duvarları resimlerle işlenip boyanmış o güzelim evleri kimsesiz, eşi benzeri bulunmaz güzellikteki mozaik ve yer karolarıyla kaplı agoraları ıssız, Aziz Elia Kilisesi’nin önünden o geniş havuzu ve korusuyla belki de dünyanın hiçbir yerinde eşine benzerine rastlanamayacak güzellikteki saraya dek uzanan, mermer heykeller, Korint tarzı sütun ve sütun başlarıyla bezeli Aslanlı Yol mahsun, ince işli mermer lahitlerde yatan yakınları da hem öksüz, hem de yetim kalacaktı onlar gittiğinde.
İçleri kan ağlıyordu Prusia’lıların.
O güne dek ellerinde ikonaları ve çarmıha gerili İsa maketleriyle yüzlerce kez ayin yapıp tanrıdan merhamet dilemişler ancak ses veren hiç kimse olmamıştı.
En son gönderdikleri elçi de eli boş dönmüştü Roma’nın başkentinden.
Tarih 6 Nisan 1326’yı gösteriyordu.
Yapacak hiç bir şey yoktu.
Sessizce bırakıp gidecekler, bir daha asla geri dönemeyeceklerdi ata topraklarına.
O gün artık ayrılık vakti geldiğinde annesinin yanından evlerinin bahçesine doğru fırladı henüz 8 yaşını doldurmamış olan Tamara.
Ve az ilerideki çapayı alarak kardeşi Ardounis’in mezarının yanında bir çukur açmaya başladı.
Heyacan, endişe ve merakla arkasından koşmuştu genç kadın.
Tamara çukuru iyice derinleştirdikten sonra elinden hiç düşürmediği, büyük annesinin geçen doğum gününde kendi elleriyle dikip hediye ettiği bez bebeği Lidya’yı koydu içine.
Madem kendisi artık orada olamayacaktı.
Kardeşinin yalnız kalmasına gönlü razı gelmemişti Tamara’nın.
Sonra çömelerek toprakla örttü üzerini.
İyice kapatıp sıkılaştırdı.
Göz yaşlarına boğuldu Prusialı genç kadın.
Son bir veda bakışıyla birbirlerinin elini sımsıkı tutarak ayrıldılar yanından.
O gün hep birlikte gitmişler ve bir daha asla dönememişlerdi.
NOT: Her yıl Nisan ayı geldiğinde mehter takımları eşliğinde büyük törenlerle kutlarız Bursa’nın fethini.
Oysa hiçbir vakit fethedilmemiştir bu kent.
Yürekli bir halk tarafından çok uzun yıllar boyunca savunulmuş, açlık ve hastalığa mahkum edilerek topraklarını terk etmeleri beklenmiştir.
Bu gün empati yaparak size Bursa’nın ellerinden gitmesini yüzyıllar önce burada yaşamış insanların gözünden aktarmayı denedim!
Kuşkusuz tarihimizle gurur duyuyoruz ancak, gerçekleri de görmek kaydıyla bu bir!
İkincisi de Bursa nasıl hiçbir vakit örneğin, İstanbul gibi savaşılarak fethedilmediyse hiçbir zaman o tarihe denk gelmeyen bir “Kutlu Doğum Haftası Etkinliği” geleneği başladı bu ülkede!
Gülen Cemaati’ne mensup insanların uydurup bu aya sabitlediği hafta Hazreti Muhammed’in doğduğu hafta değildir!
Kendileri gibi kullandıkları da ilkel olan Arapların takvimi her sene 10 gün hata yapar!
Nasıl Ramazan ayının vakti her sene değişiyorsa, bu kusur da düzeltilmeli ve “kutlanacaksa eğer vaktinde kutlanmalı” diyorum, onu da söyleyeyim!