Yazarlar

Tankut Sözeri ve futbol

post-img
“Osmanlı İstanbul’unda sabahın erken saatlerinde, akşam güneş erken batarken duyulan ilk ve son sesler sütçü ile yoğurtçunun sesi olurdu.   “İğde” diye bağıran güçlü kuvvetli, omuzlarındaki fıçıda Anadolu’dan getirdiği ve özellikle hanımların çok rağbet ettikleri tatlı şurubu satan satıcılar çapkınlıklarıyla ün yapmışlardı.    Şerbet ve su satıcıları bağırmazlar, bunun yerine bardak şakırdatırlar; şerbeti musluğu omzunun üstünden aşağı kıvrılan güğümlerle sırtlarında taşır, hafifçe eğilerek boşaltırlardı.    Elmacı önce sattığı malın adını, sonra da benzediği daha yüksek malın adını söyleyerek; “Elmalara bakın, şeftali gibi!” diye bağırarak satış yapardı.   Arapça “içmek” sözcüğünün mastarı olan şrp; dilimizde şarap, şerbet, şurup’un kökünü oluşturduğu gibi Almanca, İtalyanca, Fransızca, İngilizce ve Yunanca’ya da aynı anlamlarda kaynaklık etmiştir.   Yaz ayları boyunca padişah ve saray halkı için Uludağ’dan getirildiğinden F. Köprülü’nün B.S.Morrit’ten çevirdiği “Türkiye Hakkında bilinmeyen İngilizce kaynaklar” araştırmasından (Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü Ank.1973) haberdar olduğumuz üzere dondurulmuş karın XVIII. yüzyıl sonlarında yazın bütün İstanbul’un ihtiyacını karşılayacak kadar bol miktarda temin olunabildiğini ve sayıları pek çok olan şerbetçi dükkânları vasıtasıyla şehrin her sokağında buzlu şerbet satıldığını, bu şerbetin genellikle üzüm, şeker ve su karışımı olduğunu da öğreniyoruz.   Evlerde içilen hoşaf dahi sonuçta bir şerbet türü olup farkı, beraberinde meyve tanelerinin bulunmasıdır.    Uludağ karı sayesinde şerbet soğuk içilebilmekteydi.     1950’den önce ve hatta sonraki yıllarda, daha evlerde buzdolabı yaygın olarak, herhalde pahalı olduğu için, kullanılmadığı tarihlerde adına “balıkçı buzu” denilen ve aynı yöntemlerle temin edilen, talaş içinde çuvallarda saklanan buzların satıldığı Kayhan’daki dükkânları hatırlarım.    Çocukluğumda Meydancık Köprüsü karşısında oturduğumuz iki katlı evden bu çarşıya elimdeki tencereyle az buz taşımadım.    Büyükçe buz parçaları hemen bolca suyla yıkanır, havaneliyle daha küçük parçalara bölünür, ayran ya da hoşaf tencerelerine konulur, artan parçalar da içme suyuna katılırdı.    Evde buzdolabı yok ne gam!    İçecek soğuk bir şeyler vardı işte.    Yaşadığımız Uludağ’ın verdiği bir nimetti.    Daha eski günlere dönersek eğer şerbet konusunda Evliya Çelebi’nin de bildirdikleri var.    “Şerbetlere misk, (ak) amber, gül suyu, menekşe” katıldığını yazıyor.    O dönemlerde ithal malları arasında bulunacak kadar önem verilmiş şerbetlere.    Çelebi bildiriyor: “Bir gün Mısır’dan senelik mal getiren bir deniz kervanı, on üç yük gemisi geldi.    Bunlar toplarla iyice mücehhez (donanımlı), birbirini takibeden, arkalarına uzun kayıkları bağlı olup pirinç, kahve, hurma, safran, biber, zencefil, çevz-i hindî, sinameki, gomu Arabî, ıtriyat ve saray hanımları için şeker... Getirmişlerdi.”     Kahve hariç, hepsinden şerbet yapılırdı.    O nedenle “şerbet” sözcüğü birçok deyime yataklık etmiştir.    “Şerbet gibi” sözü hoş bir havayı anlatırken, zorlu bir beklentiden sonra mutlu sonuç alındığında şairane bir şekilde; “Ecel şerbeti içilir!” Üzüntüden kan kusan mağrur kişiye “kızılcık şerbeti içtim!” dedirtir.    Dalkavuğa; “Nabza göre şerbet verdirir!”    Bunların dışında inanç ve geleneklerde de şerbet içilir.    Tarikata girene “şerbet verilmiş” olunur.    Rüfai dedesinden okunup şerbetli olana ne akrep ne de yılan sokulur.    O yüzden alacalı işlere Rüfailer karışır!   Bir gün II Mahmut, maiyeti ile beraber zenginliği ve eli açıklığı ile birlikte zarafeti ile de ünlü Dürri Zade Şeyhülislâm Abdullah Molla’ya aniden yemeğe varır.    Her şey kusursuzdur; kap-kacak nadir, yemekler özenlidir.    Ancak son gelen hoşaf (şerbet) kâseleri sanki diğer bütün seçkinliklere karşın sönük gibidir.    Kristale benzemezler. Nedenini soran Padişah’a Molla; “Kulunuz hoşafın lezzetini bozmasın diye içine buz attırmıyorum, buzdan kâse yaptırıp hoşafı onun içine koyduruyorum” yanıtını vermiş.   Mollanın her adı anılışta Sultan Mahmut: “Herif kibar!” dermiş.”   …………….   Güzel Abim, bilge abim Tankut Sözeri’nin üzerinde çalışıp da tamamlayamadığı, bastıramadığı alfabetik biçimde bazı terimleri tanımladığı  son kitabının “Şerbet” maddesine yazdıkları yukarıda sizlerle de paylaştığım bölüm.   Çok erken gitti Tankut abim, çok eksildi dünya onun yokluğunda.   “Seni hatırlayan en son kişi öldüğünde, gerçek manasıyla ölmüş sayılırsın” der bir deyiş.   Demek ki hâlâ yaşıyor Tankut Sözeri, yitip gitmemiş!   “Çok karşılaşılan Mistik, Gizli simgeler, Gelenek  ve Kavramlar” adını verdiği bu son çalışmasında örneğin, farklı bir bakış açısıyla değerlendirdiği “Futbol” maddesine de bakalım hadi hep birlikte:     “Napolyon, nicelik ve niteliği tanımlarken Mısır seferi ile ilgili olarak aşağı yukarı şöyle demiş:    “Bir Memlûk askeri iki Fransız askerine bedeldi; iki Memlûk ile iki Fransız karşı karşıya gelince eşit güçte oluyorlardı; üç Memlûk ile üç Fransız karşı karşıya gelince Fransızlar üstün geliyordu.”    Bireysel yetenekle, takım olma yeteneği arasındaki farka işaret etmişti Napolyon.    Futbol, bireysel yeteneklere kendini gösterme ve gelişme olanağı sunmasına karşın bir takım oyunu olduğundan Napolyon’un işaret ettiği kural elbette bu alanda da geçerliydi.    Örneğin Brezilyalı topçular her biri teknik olarak muhakkak ki çok üstünler, birer Memlûk askeri gibiler.    Onların rakipleri, özellikle Avrupalılar Fransız askerlerine benziyorlar.    Kolektif hareket ederek bütün o bireysel teknik geriliklerini dengeleyebiliyorlar.    Derler ki, bir zamanlar bir Bombacı Bekir varmış, bir şut çekmiş, mandayı devirmiş.   Ya da bir şut çekmiş ağları delmiş.    Ah nerede o eski futbolcular!    Bombacı Bekir bugün yaşasaydı, muhtemelen mahalle takımlarında bile yer alamazdı.    Buna karşın futbol maçlarını seyredenler, eski maçları özlüyorlar.    Zaten artık öyle çok gollü büyük farkların olduğu karşılaşmalar, büyük başarılar ve oyuncular pek çıkmıyor.    Bu bir yanılsama mı?    Pek değil.    Bir istatistik yapma olanağı yok.    Yine de eski ve yeni oyuncuların bir oyun boyunca ne kadar zaman ve kaç metre koştukları, ayaklarında ne kadar top tuttuğu, topla kaç kişiyi çalımladıkları, kaç pas verdikleri, kaç kere ayaklarındaki topu kaybettikleri, paslarının ne kadarının isabetli olduğu, kaç şut attıkları, şutların isabet oranı vs. üzerine istatistikler yapılsaydı, günümüz futbolcularının bütün bu oranlarda Bombacı Bekirler kuşağını çok geride bıraktıkları görülürdü.     Öte yandan bugünün futbolcuları arasında da artık bu oranlarda büyük farklar bulunmuyor.    Bugünün futbolcusu çok daha iyi çalım atabiliyor ama bu günün futbolcusu çalım yememeyi de daha iyi biliyor.    Bugünün futbolcusu daha çok koşuyor ama karşı taraf da daha çok koşuyor.    Yani, hiçbir gelişim kurallar aynı kaldığı sürece sonsuza kadar gitmez, belli sınırlara takılır.    Örneğin 100 metre yarışlarında bu açıkça görülüyor.    Bir zamanlar 100 metreyi 9,9’da koşmak çok büyük bir başarıya imza atmaktı.    Bugün onlarca kısa koşucu (sprinter) var 100 metreyi 9.9’da koşan.    Hatta 9.70’e gelindi galiba ve insan fizyolojisinin sınırlarına aşağı yukarı varılmış durumda.    Bundan daha ötesi yok.    Özel ayakkabılar, pistler veya özel bir değişim (mutasyon) geçirmiş insanlar ortaya çıkıncaya kadar da bu sınırlar aşılamaz artık.    Bütün sporlarda eğilimin bu yönde olduğu söylenebilir, elbette futbolda da. Dolayısıyla bu durum büyük farkları ortadan kaldırıyor.    Sonucu çok küçük farklar belirliyor demektir.    Gelinen nokta eskisi kadar göz alıcı ve farklı sonuçlar neden yokun yanıtıdır.    Futbol meraklılarının maçların eskisi kadar heyecanlı olmadığı, birbirine benzediği ve can sıktığı yönündeki sözleri aslında bu eğilimin bir ifadesi olarak görülebilir.    Kaplanlar avlarını yakalamak için daha hızlı koşuyor, avlar da kaplanlardan daha hızlı kaçıyor.    Ama verili koşullarda bu evrimin bir sınırı bulunuyor.    Ne avlananlar ne de avcılar organik varlıklar olarak belli bir sınırdan daha hızlı koşamazlar.    Yani oyun biter.   Öyleyse ya oyunun kuralları değişmeli ya da futbolun varoşlar ve sermaye arasındaki yani, işçi sınıfının sporu olan futbol ile sermaye arasındaki ilişkinin kaba iç içeliğinde, hiç değilse ülkemizde bir değişikliğin gerekliliği ortaya konmalıdır.    Çünkü futbol, seçkinlerin sporu olmayıp, sermayenin denetimi altındadır.    Antrenörler ise sahip oldukları temel spor disiplini bilgileri ile birer aristokrattırlar.    Napolyon kuralındaki gibi birer Memlûklu kalan, Fransız (takım) olamayan timlerinin devamlı kayıplarında varoşların (işçilerin) önüne, arenalarda kaplanların önüne atılan birer av olmayı, yani istifa etmeyi tercih ederler.    Oyun bitmiştir, sermayenin kuralı böyledir çünkü.   Sporla toplumsal sınıflar arasındaki ilişkiyi biraz açmak gerek. Belli sporların toplumsal sınıflarla ilişkisi vardır.    Örneğin atın üzerine binilerek yapılan at yarışları ile atın arkasına küçük bir araba takılarak yapılan yarışlar.    Birinin kökleri şövalyelere kadar giden asillerin yaşantısından kaynaklanırken, diğeri atlarına taktıkları arabalarla süt taşıyan köylü/işçilerin birbirleriyle yaptıkları yarışlardan kaynaklanır.    Bu fark, günümüz profesyonel yarışlarında dahi onları yapan ve izleyen kitlelerde görülebilir.    Birçok sporun yapılabilmesi belli bir refah düzeyini var sayar.    Örneğin bir golf, bir tenis, kış sporları alt sınıfların hiçbir zaman semtine bile uğrayamadıkları sporlardır.   Bu bakımdan futbol işçiler için en ideal spor koşulları sunar; biraz boş bir alan, dört tane taş ve bir de top işlevi görecek bezden, kâğıttan veya akla gelebilecek her şeyden yapılabilen bir “top” her yerde her zaman bulunabilir.    Arkadaş grupları takımlar olur.    Belli bir gelir düzeyi ve olanaklar gerekmez futbol için.   Kombinasyon zenginliği, bireysel yeteneklerin, ortaklığın gücünü ortaya çıkarma ve geliştirme yaratıcılığı, kolay yapılabilir oluşu yanında, basit ama böylesine zengin olanaklar sunan başka bir spor yoktur futboldan başka.    Futbolun büyüsü, bu müthiş sadeliği ve o ölçüde karmaşıklığındadır sanırım.   Ama ortada modern kapitalizm ve işçi sınıfı olmasaydı futbolun böyle yaygınlaşması mümkün olamazdı.    Futbolun kendisi günümüz biçimiyle sanayi devrimi ve işçi sınıfının ürünüdür.    İlk futbol kulübü 19. yüzyıl ortalarında, sanayi devriminden sonra, o günler için dünyanın fabrikası olan İngiltere’de kurulur.    Futbolun yayılışı, dünyayı ele geçirmesi; bir bakıma kapitalizmin ve isçi sınıfının dünyayı ele geçirmesinin de en sağlam göstergesidir.    Futbol bizde rebetiko, arabesk, davul zurnalı halaylı kutlamaları ile bluejean giyerek modern toplumu sırtında taşıyan işçi sınıfının en has ürünü olup elbette “ölmeye, ölmeye geldik!” bir alandır.    Çünkü birey olarak toplumda büyük bir alan ya da önem taşımazken, taraftarlık denilen sihirli sözcükle takımıyla bütünleştirdiği kişiliği, gruplaşarak önem ve geniş bir alan kazanır.    Sermayenin gücü burada devreye girer.    Yani bu gruplaşmaları, takımdaş olmayı destekler, takımlara yatırım yaparak her yıl heyecanın ve yeniden başlayacak yarışmanın ateşini körükler.    Bu sayede fabrikasında çalıştığı kenti kolayca benimser işçi sınıfı.    Toplu hareket etme konusunda ruhen tatmin olduğu için de kendi sınıfının haklarını korumak için bir araya gelmek, organize olmakta isteksiz davranır.     Yetmez uluslararası arenalarda boy gösteren futbol takımı ile de bütünleşerek ulus ile bütünleşir.    Sermaye ve iktidarların istediği tam da budur.   Futbolla yatıp kalkan bir işçi çağdaş üretim ve yaşam süreçlerinin yarattığı fizyolojik, ruhsal yorgunlukları, yıpranmaları, gerilimleri daha kolaylıkla atıp kendini yenileyebilir.    Bu da iş gücünün düzenli ve istikrarlı kullanımını, onun kendini yenilemesi için gerekli sosyal masrafların azalmasını getirir.   Çağdaş kapitalizm sağladığı bazı sosyal haklarla işçinin aile kurmasını destekler.    Çünkü kadının ödenmemiş emeği, iş gücünün üretimi ve yeniden üretimin sosyal masraflarını azaltır, ücretlerin düşük tutulmasını sağlar.    Böylece sermayenin kâr oranları yükselir.   Bir kentin takımı ardı ardına başarısız sonuçlar alırsa ne olur?    Taraftar olan işçinin durumu ne haldedir?    Bilmek için müneccim olmaya gerek yok.    Bir antrenör eğer o kentin logosu, bir markası ve hatta taraftarları (işçiler) için birer idol olmuş futbolcuları ile iyi geçinemez, onları iyi motive edemezse başarısızlık kaçınılmazdır.    Antrenör için de istifa kaçınılmazdır.”   Tankut abimin “Antrenör” dediği kişi aslında günümüzde Bursaspor Kulüp Başkanı Ali Ay’dan başkası değildir!   Kentin işçileri yani taraftarları uzun zamandır tatminsiz ve gergindir.   Bursaspor’un bir türlü başarıya ulaşamayan sümsük maçlarından dolayı epeydir çok mutsuzdur hepsi.   Veya bir kurban verilecek…   Ya da çok kısa bir süre sonra patlayacaktır tribünler!   Yukarıdaki analizinden, Tankut Sözeri’nin kıymetini anladınız mı şimdi?   Çok erken gittin güzel abim, “kısır ev öküzleri” kaldı geriye!  

Diğer Haberler