Yazarlar

Tatilin ardından

post-img
Keyifli bir müziğin eşliğinde Bursa’dan, Ege’ye doğru her yönelişimde içimi tarifsiz derin bir huzur ve mutluluk kaplar. “Gitmenin” verdiği özgürlükle kanatlanır ruhum, turkuaz renkli sulara, göz alabildiğince uzayan engin maviliklere kavuşacak olmanın heyecanıyla coşar, koşarcasına koyulurum yollara. Yine öyle oldu. Dağa kısa bir süre ara verip, bir haftalık “deniz” yapalım dedik ve hiç düşünmeden, hiçbir hesap yapmadan kendiliğinden başlayan tatilimizin çanını çalıverdik öylece. “Çan” deyince, eskiden Bursa Erkek Lisesi’nde okurken hademelerin teneffüs zamanının geldiğini duyurmak için çaldıkları, Hababam Sınıfı’nda rahmetli Adile Naşit’in bir yandan okulun ahşap  merdivenlerinden telaşlı hızlıca inerken diğer taraftan da sağ eliyle salladığı pirinç alet geldi gözümün önüne birden… Ve ardından da Hababam Sınıfı’nı yazan ancak, yozlaştıkları için filmlerini bir kez bile izlememiş olan dünyalar güzeli insan Cideli Rıfat Ilgaz elbette. Ve Aziz Nesin ve Sabahattin Ali… “Başın öne eğilmesin, aldırma gönül aldırma; ağladığın duyulmasın, aldırma gönül aldırma…” Neyse… CHP’nin ceberut, baskıcı, antidemokratik, işkenceci iktidar döneminin önce mağduru, sonra kurbanı oldu her üçü de ne yazık ki… Tarih bilmeyen, okumayan, anlamayanların “tarihin en büyük devrimcisi” diye ağıt düzdüğü birileri, kendisini yeren şiir yazdı diye Sinop Zindanı’na tıktı Sebahattin Ali’yi! Diğeri sürekli sürgün ve işkenceler sonucu verem oldu, “Karartma Gecelerini” de bıraktı geleceğe. Aziz Nesin’se sürgüne gönderildi Bursa’ya, her üçünün suçu da aydınlık, sorgulayan beyinlere sahip olmaktı! Cumhuriyet’in hoşuna gitmedi bu durum! Şimdiki sol’ucanlar gibi puta tapmadı hiç biri; hiç kimseyi putlaştırmadılar, düşüncelerini adam gibi söyleyip, aslanlar gibi yaşadılar bu dünyada. Anıları önünde saygıyla eğiliyorum. Tayyip Erdoğan’ın bu ülkeye kazandırdığı eserlerden biri olan İstanbul-İzmir otobanında kanatlanmış, Balkanlardan yadigar “Bulut Gelir” parçası eşliğinde hızla ilerliyoruz. “Bulut gelir seher ile, çiçek açar bahar ile, esme bre deli rüzigar, yârim yoldadır…” Tabii, bir 20 sene daha özel sektörün işleteceği yol bitiminde ücret 108 lira, rahmetli Turgut Özal’ın yaptığı ve Devlet’in yönetimindeki İzmir-Muğla otobanındaysa sadece 8 lira yazıyor ekranda! Olsun, en sonunda millete kalacak ya… Milletin damına koymakla birlikte, özel sektör de yatırımının karşılığını alacak elbette! Seviniyorum, hem de çok seviniyorum… İzmir’in dağlarında nasıl çiçekler açarsa, memleketimin neredeyse her yerinde sağlı sollu rüzgâr tribünleri açmış. Eskiden sadece üstelik de üç beş tane Bozcaada’da bulunurken, şimdi binlerce dev pervane yurdum insanına elektrik üretiyor sürekli. Götü boklu şu kadarcık Bulgaristan’dan enerji satın aldığımız yılları hatırlıyorum da, bu gün Ak Parti Hükümetleriyle gelinen noktayla kıyaslayınca seviniyorum, hem de çok seviniyorum. Tabii, bunun ne demek olduğunu kıçını kaldırıp da oturduğu sitenin havuzundan 30 kilometre öteye gidemeyen arkadaşım Osman Güleç bir türlü anlayamaz ve benimle sürekli laf dalaşına girer durur! Selimiye, Kekova gibi saklı cennetlerde şimdiye kadar pek çok vakit geçirmekle birlikte Datça tarafına doğru uzanma fırsatı hiç olmamıştı geçmişte şimdiye kadar. Hele hele “Palamut Bükü”, video ve fotoğraflarından da anlaşılacağı gibi tam Adalar Denizi ve Akdeniz’in kesişme noktasında, Kevser Irmaklarından şaraplar akan Adn Cennet’inin 7’nci katı gibiydi adeta! Bir deniz bu kadar mı güzel ve temiz olur, insan nasıl çıkar içinden; ne sıcak, ne soğuk, ana rahmi gibi serin ve kucaklayıcı? Yabancı pek yok Palamut Bükü’nde ama yerli turist ganimet gibi. Gelenlerin yüzde 80’i kocalarını bırakıp atmış, 30-35 yaş aralığındaki “şen dullardan” oluşuyor. İkişerli, üçerli arkadaş grupları halinde evlerinden çıkıp gelmişler buralara. Tümü de hem beyinlerini, hem de bedenlerini özgürleştirip gelmiş üstelik! Gençlik ve bekarlık günlerimi özlüyorum, henüz hayattayken Cennet’i yaşamak böyle bir şey olsa gerek! Huri kaynıyor ortalık, biraz geçkince de olsalar! Fakat neredeyse hepsinin yüzü botoks be arkadaş! Slikonlu olmayan meme sayısı parmakla gösterilecek kadar az. Yeniden yapılmış burunlar, doldurulmuş yanak ve dudaklar, gerilmiş alınlar, ışık dolguyla şişirilip, kırışıklıkları giderilmiş göz altları, yağları alınmış göbekler, hepsi inorganik hatunların! Bir tonton teyze var kaldığımız otelde, 50-60 yaş bandında, gencecik taptaze bir körpe henüz! Çıtır çıtır, Afyon Emirdağ hıyarları gibi! Bir de vamp bir kadın hiç sormayın, birazcık da kokoş, kırmızı ruju ve Temel Reis’in manitası Safinaz’ınki kadar uzun, kalıcı takma kirpikleriyle sürekli “Ben buradayım” diyor. Almış yanına 30’luk sevgilisini, kalkmış gelmiş İstanbul’dan… Birbirlerine karşı sürekli bir kur ve sevişme halinde bu ikili. Denizin içindeyken bile oynaşıyorlar 18’likler gibi. Sonra her nasıl oluyorsa oğlan elindeki tabancayla hatunun yüzüne şirinlik yapmak için su sıkıyor. Geliyor mu gözlerine? Kadının takma kirpiklerinden biri çıkıyor mu yerinden? Bir bozuluyor, bir bozuluyor ki teyze foyası döküldüğü için, küsüyor oğlana, surat yapıyor ondan sonra ve başlıyorlar tartışmaya… Tatil zehir oluyor, en sonunda ayrılıp gidiyorlar otelden! Hep derim, kadınların tümü en az 150 gram nevrotiktir diye, bir de Allah kimsenin başına vermesin, aralarında doz aşımına uğrayanlar var ki, onlar Elizabet olsalar çekilmezler arkadaş! Çok pahalı oralar. Gerçi her gelir grubuna göre seçenekler var ama yine de çok pahalı. Mesela örnek vereyim, araçta içeceklerimizi serin tutmak amacıyla aldığımız bir paket aynı buz Palamut Bükü’nde 10 lira, daha sonra uğrayıp kalacağımız Ölü Deniz’de 7 buçuk lira ve Antalya Çıralı Koyu’ndaysa  5 lira; olay bu yani! Gezdiğim yerlerde çektiğim fotoğraf ve videoları sevdiklerim de tanısın diye sosyal medyada paylaşmayı seviyorum. Bir tanesinin altına eski gazeteci Ahmet Alphan yorum yapmış; “Sakın oralardan zeytinyağı alma asidi çok yüksek” diye yazmış Ahmet. Tam organik ve dünyanın en iyisi İlhan Sarı zeytinyağlarını tattıktan sonra gözüm ve gönlüm başka bir şey görmüyor ki zaten! Bursalı Sanayici İlhan abi, abide gibi öyle bir eser yaratı ki Manisa’daki çiftliğinde insanlık için, bence dünya kültürel miras listesine mutlaka alınmalı! Hatta kendisinin alınıp, heykelinin de dikilmesi daha doğru olur! Bozburun’a kadar gidip de Knidos antik kentini dolaşmamak olur mu hiç? Bilinen son 3 peygamber de henüz doğmamışken yaşamını sürdüren  bu kentin kadim tanrıları Zeus, Dionysos ve Eros karşılıyor bizi orada. Sürekli kılıf değiştirdiği için ölümsüzlüğün simgesi sayılan yılan motiflerinin arasında geziniyoruz. Güç ve kuvvetin simgesi, Türk kültürü içinde de yerini alan “Boğa Kültü’nün”, Güney Anadolu’daki sıra dağlara ismini veren inanışın  (Tora) izlerini de taşıyor bu kent. Copilotum İnternet’ten  ilk kez başarısız bir seçim yapıyor ve Palamut Bükü’nün  ardından Fethiye’de konakladığımız otelin resepsiyonisti şerefsiz çıkıyor! Israrla “İnternetiniz sorunsuz çalışıyor mu” diye sorulmasına rağmen yerleştikten sonra “Arıza var” yanıtını alıyoruz pişkin bir tavırla heriften?!. Ben de oradan ayrıldıktan sonra 155’i arayıp ihbar ediyorum, “çalışanların hiç biri salgın kurallarına uymuyor, maske takmıyorlar” diye! Oh olsun! “Evlerimizi mezar yaptık Mezarlarımızı ev Yıkıldı evlerimiz Yağmalandı mezarlarımız Dağların doruğuna çıktık, Toprağın altına girdik Suların altında kaldık Gelip buldular bizi Bozdular birliğimizi Altüst ettiler bizi Yakıp yıktılar Yağmaladılar bizi Biz ki analarımızın, kadınlarımızın Ve ölülerimizin uğruna Biz ki onurumuz ve özgürlüğümüz uğruna Toplu ölümleri yeğleyen Bu toprağın insanları Bir ateş bıraktık Hiç sönmeyen ve sönmeyecek olan Beni bulamazsan üzülme, Eşyalarımı bulacaksın. Kestiğim taşları, açtığım yolları, İşlediğim heykelleri bulacaksın. Ve göreceksin ki binlerce yıl öteden, Parmak izlerimiz değecek birbirine” Sahavet Suda paylaşmış bin yıllar öncesinin Likya ülkesinden gelen bu dizeleri. “O kadar bağlıydılar ki özgürlüklerine, M.Ö. 545’te önüne çıkanı ezerek ilerleyen dev Pers ordusu Xanthos’a ulaştığında şehir halkı hiç düşünmeden, kazanmaları imkansız da olsa savaşmaya karar verdi. O kadar düşkündürler ki özgürlüklerine, tek bir Xanthoslu bile teslim olmadı. Kadınları, çocukları, hazineleri ve köleleri kaleye doldurup, ateşe verdiler. Tüm savaşçılar korkunç yeminlerle bağlanarak düşmana atıldılar ve tümü savaşta öldü” diye anlatır Herodot bu olayı kitabında. Savaştan önce yaylaya gitmiş olan 80 aile sayesinde varlığını sürdürür Xanthos. Ama 500 yıl sonra, bu kez Roma İmparatoru Brütüs göz koyar şehirlerine ve yiğit Likyalılar kök söktürür Roma’ya da. Fakat yetmez güçleri ve aynı ataları gibi ölümü seçerler. Geriye ise yazıya başladığımız şiir kalır bu onurlu ve yiğit insanlardan… Noel Baba’nın memleketi Demre’de, yolumuzun üzerindeki Likya Uygarlıkları Müzesi’ni ve ören yerini geziyoruz hayranlıkla. Aynen Knidos gibi bir liman kentindeyiz artık, alüvyonların doldurduğu, Efes misali. Oradan da fotoğraflar paylaşınca Mustafa Işıksoy WhatsApp’taki ortak arkadaş grubundan bizim Osman Güleç’i yemliyor yine, “Mehmet Ali niye Likya’ya gitti” diye? Osman hemen atlıyor: “Parayı bulmaya gitmiştir!..” Lidya’yla, Likya’yı karıştırıyor Osman’ım! Parayı önce bulan Lidyalılar, sonra bulan Cengiz İnşaat oysa! Osman’ın sevdasıysa bir an önce “okeyi” bulmak! Ve Çıralı…Çam kokularının insanı adeta sarhoş eden buğusu, akşamları kendilerine eş bulabilmek için şarkılar söyleyen Ağustos böceklerinin nağmeleri, pırıl pırıl eşsiz deniziyle Çıralı… Hemera Butik Otel’de kaldık orada da bu kez… Güzeldi. Fiyatı da uygundu. Pek çok işletme salgın nedeniyle epey düşürmüş konaklama ücretlerini. Mesela bizimki 800-900’lerden, çift kişiyi 300’e kadar indirmiş bu sezonda. Nar çiçeği rengini oldum olası çok severim, nar bahçesi içinde Zeki Müren Yeşili diyemeyeceğim de hani, yeşil başlı gövel ördek kıvamında yemyeşil bir cennetin içine kurulmuş ahşap, bungalov odalardan oluşuyor Hemera. Tesisin simsiyah bir köpeği var, adı Çilek. Derya hanım karşılıyor bizi. Her tarafını dövdürmüş! Hayatta hiç anlayamadığım bir eylemdir dövme yaptırmak? Göbeğini deldirmek, dudağını deldirmek… Yaşam boyunca hiç çıkmayacak bir işareti niye kazıtır ki insan bedenine? Yıllar önce işitmiştim, kuaför bir kadın tam da orasının üstüne sevgilisinin adını yazdırmış dövmeyle! Ulan onu bıraktın, sonra Basri’yle takılmaya başladınız, sonra her seferinde demeyecek mi adam “Ben bu herifin adını her dakika görmeye mecbur muyum” diye?!. Sanıyorum, ilgi çekme, dikkat çekme amaçlı bir iş bu dövme merakı. Bazı kadınlar da saçını aynı amaçla hani pembeye, eflatun rengine filan boyatırlar ya işte böyle bir şey zaar. Eğer o taraflara yolunuz düşerse sahilde La Vita Restoran’ı öneririm. Akdeniz’in şu sıra en lezzetli balığı olan Lagos’u harika pişiriyorlar. Beyaz şarap, nefis bir roka salatası, mezeler ve müzik eşliğinde harika bir Akdeniz akşamı yaşıyorsunuz. Deniz ve mehtap alıp götürüyor sizi başka taraflara. Tabii, tüm bu seyahat boyunca gözümüz ve kulağımız ajanslardan gelecek haberlerde oluyor. Avrupa’nın “Türk korkusuyla” önümüze karakol olarak koyduğu Yunanistan’ın fevri bir hareket yapıp yapmayacağı konusu ilgi odağımız. Ulan Çin Seddi’ni bile aşıp, üstelik de Han devletini yüzyıllar boyunca yöneten biz Türkler 10 milyonluk kopilleri mi aşamayacağız vakti geldiğinde?!. Her şeyin bir zamanı, zemini var elbette. Hücumbotlarımız Akdeniz’in her yerinde koylarda bekliyor, emir geldiğinde görev için zıpkın gibi fırlayıp gidiyorlar yerlerinden. Allah devletimize, leventlerimize zeval vermesin. Valla açık söyleyeyim, Devlet Bahçeli’den pek haz etmem! Samimi gelmez nedense bana. Fakat şu son “12 ada” konusundaki çıkışını görünce gidip öpesim geldi adamı! Helal olsun be!.. Bu günleri de gördük ya arkası er geç gelir elbette. Burnumuzun dibindeki Meis Adası’nın bile Yunanistan’a verilmesini kabul eden, Türkiye’de kaldığı halde bazı adalara sahip çıkmayan Lozan’daki zihniyete yine lanet okudum içimden! Yunanistan, Ege adalarını silahlandırarak hem Lozan’ı, hem de Paris Anlaşması’nı bozmuş, geçersiz kılmıştır. An gelir, gün gelir, Türk su altı komandoları bir gece ansızın gelebilirler kıyıdan adalarımıza! Gelmelidirler de… Öncelikle 12 ada çatır çatır sökülüp alınmalıdır palikaryaların elinden! Kimsiniz siz bre buraya kadar gelip, Osmangazi türbesini tekmeleyecek? Asur da biziz, Sümer de biziz, Hitit de biziz, İyon da biziz, Med’ler, Hazar’lar, Selçuklu, Osmanlı, Roma da biziz! Türklerin, Anadolu’ya gelmesi öyle 1071 filan değildir, yanlış bilinir, binlerce yıl öncesinden hep buralardaydık biz. Bu seferinde bir geldik mi ortada ne Yunanistan kalır, ne de Bulgaristan! Şimdi bizim Osman gibi düşünenler diyecekler ki, “adamların memleketi”, niye işgal ediyorsun?!. İnsanlık tarihinde yok öyle bir dünya! Güç çalışır bu alemde güç; kudret çalışır! Amerika’nın, İngiliz’in, uzak Asya’da ne işi varsa, elin Fransız’ı, İtalyan’ı, Afrika’da ne arıyorsa, Türkler de arayacak elbette! Akşama kadar İnternet’te okeye dönecek halleri yok ya Osman’ım! İki “pişti” yapmak onların da hakkı artık! Sagalassos’u çok severim, derin bir enerji verir insana. Ve her Akdeniz dönüşünde mutlaka uğrarım. Sen kalk, bundan binlerce yıl önce dağın yamacına bir kent kur, ovadan taşıdığın killi toprakla envaiçeşit kaplar, küp, küpecik, amforalar yap ve tüm dünyaya sat! Sıfırdan yarattığın şehirde amfi tiyatronun yanında kütüphane de olsun. Dağdan gelen suyu kentin agorasına kurduğun bir sanat eseri olan   “Antoninler Çeşmesi’yle” halka ulaştır. Hala gitmediniz mi? Çok eksiksiniz, hem de çok! Manisa’da kebap yemek, Erzurum’da cağ döneri tatmak, İspir’de kuru fasulyeye kaşık sallamak, Antep’te acı dolma biber eşliğinde yöresel lezzetleri duyumsamak, Hatay, Malatya mutfağını tanımak, Diyarbakır’da ille de ciğer şişin lezzetini yaşamak, Selçuk’un çöp şişini, Rize’nin istavritini, Kars’ın, Iğdır’ın kazını tanımak neyse, Sagalassos’u görmek de öyle bir şeydir işte. Gidin. Gitmek güzeldir. Dönmek de öyle. Selam olsun zümrüt yeşili, gök mavili, başı dumanlı dağlarıyla güzel mi güzel Bursa’ma.

Diğer Haberler