Yazarlar

Teleferiği bile yönetememek

post-img
Bizim eski mahallede yorgancı Ziya abi vardı. Hem biliyor musunuz, eskiden bu kentin her mahallesinde bir bakkal, bir yorgancı, bir kalaycı, bir kunduracı ve bir de kurnasından kana kana su içtiğiniz çeşmeler vardı. Gerçi Ziya abi yaşlandı artık, işleri oğlu Metin’e devretti ama nerede eski ustaların elinden çıkan o tavus kuşu ya da baklava dilimi desenli, pamuk gibi yumuşacık el işi saten yorganlar? Ziya abinin vitrinine asılı küçük bir tabelada da kırmızı büyük harflerle “pamuk  atılır” yazardı. “İletişimin” sizin ne anlattığınızdan ziyade, “karşınızdakinin ne anladığına” dair bir kavram olduğunun farkına çok sonraları varacaktım ama çocukluğumda sorup öğrenene dek uzun bir süre o mesajda ne söylenmek istendiğini bir türlü anlayamayacak ve dükkanın önünden her geçişte kıvrım kıvrım kıvranacaktım. Mesleği yorgancılık olan ve yorganların içini pamukla dolduran bir adam sermayesini niye atardı? Hadi kafayı kırdı da atmaya karar verdi diyelim, bunu sürekli olarak camekanından niye ilan ederdi? Acaba iyiliksever bir yorgancıydı da kendisi, şimdilerde ekmek fırınlarında yazıyorlar ya elektronik bir tabelaya hani, “şu kadar ekmek bağışı var” diye, pamuklarını gelip almaları için fakirlere mi mesaj veriyordu Ziya abi? Yok! Uzunca bir süre işin içinden çıkamadım ta ki “pamuk atmanın” onları “kabartmak” anlamına geldiğini sorup öğrenene kadar. Geçenlerde Bulgaristan göçmeni kadın bir arkadaşım Facebook’tan yazmış, “bilgisayarıma Firuz bulaştı sakın benden gelen mesajları açmayın” diye! Oturdum on dakika güldüm. O’nun beynine de “virüs”, “firuz” olarak yerleşip öylece kalmış! İnsan bazen, bazı şeyleri anlayamıyor bu nedenle kabul de edemiyor doğrusu. Geçen hafta tam bu gün, Pazar günü telefon çalıyor; baktım araya Beate. Beate Yüksel, kentimizde yaşayan “yabancı gelinlerden” biri, Alman kendisi. Beni pek sık aramaz, aradığı zaman da eşi Zülfikar beye ulaşamadığı için arar, “acaba yanımda mı” diye? Telefon ekranında ismini gördüğüm zaman içimden “eyvah dedim Zülfikar bey dağlarda ya kayboldu ya da karşılarına bir ayı çıktı!..” Zülfikar Yüksel uzunca bir süredir bir grup çevreci insanla Pazar günleri doğa yürüyüşlerine çıkıyor. Açıkçası benim de çok canım çekiyor ama sahip olduğum “Türk kası” fazla büyüdüğü için bu aralar yine, biraz kilo verip öyle katılayım diyorum aralarına çünkü, günde hızlı bir tempoyla 20-25 kilometre yürüyorlar, yetişemem onlara, tıkanırım diye korkuyorum. “Ne oldu” dedim “Beate, gocayı mı gaybettin gene?” Güldü, “yok” dedi, “ama bu sefeğ geğçekten aklımı kaybetmek üzeğeyim!” Pek çok Bursalının aklına bile gelmez, son derece güzel, güneşli bir Nisan sabahının Pazar gününde kayak hariç diğer malzemelerini alarak yeni yapılan teleferikle Uludağ’a kayak yapmaya çıkar tek başına Beate. Yukarı çıkan az sayıda insan vardır. Sekiz kişi kapasiteli kabinler tellere sabit vaziyette zaten sürekli dönmekteyken, sekiz kişinin aynı kabine binip de doldurabilmesi için yeni insanların gelmesini beklemenin hangi mantığa sığdığını anlamak için uğraşır epeyce bir süre Alman gelinimiz Beate. Görevlilerin hiç birinde bir güler yüz olsun, turistlere bir “hoş geldiniz” demek olsun zaten yoktur. Güya yeni teleferik oteller bölgesine kadar gitmektedir. Binenlerden 30 lira para almalarına rağmen herkesi Sarıalan’da silkeleyip atarlar! Oteller hattı kapalıdır çünkü. Neyse, oradan da minibüse binip, kısa bir süre önce sürpriz bir şekilde yağan karın tadını çıkarmak üzere yukarı çıkar, keyfini bozmamaya çalışarak. Teleferiğin aşağıya son iniş saati 20.00’dir. O da yaklaşık 2 saat kadar süre kala “biraz da Sarıalan’da oyalanır, kendime bir mangal söyleyerek ziyafet çekerim” diye düşünerek saat 06.00 sularında istasyonun bulunduğu bölgeye döner. Fakat gişelerde görevli kız minibüsten inenlere “teleferikte bakım olduğunu, seferlerin erken kapanacağını ve hemen kabinlere binerek aşağıya inmeleri” gerektiğini söyler. Hayret verici bir durumdur bu, üstelik çıkarken de hiç kimse böyle bir şeyden bahsetmemiştir! Görevli kıza “kendisinin Sarıalan’da 2 saat daha vakit geçirmek istediğini, teleferiğin daha yeni yapıldığını, eğer bakım olacaksa bunun sefer saatleri haricinde yapılmasının gerektiğini” söyleyip, kendisini telefonda bir yetkiliyle görüştürmesini ister Beate. Görevli, “kusura bakmayın, benim bir yetkiliyi arama yetkim yok” diye cevaplandırır! Zaten tüm beyni “mükemmeliyetçilik” üzerine kurgulu Alman gelin Beate’nin kafası artık işte tam o noktada atar ve “yaz gazeteci, tüm bunları yaz” diyerek beni arar! Üstelik bir Pazar günü, turistik bir tesiste yaşananları bir türlü algılayamıyor, kendi memleketindeki tabloyla kıyasladığı vakit de aklı mantığı bir türlü kabul edemiyordu o gün. “Hem otelleğ bölgesine götüğmedileğ, hem sefeğleri eğken kapattılağ, hem de göğevlileğde yüz suğat, hacı Muğat” diyen Beate, aşağı inince orada birini bulup, “neden erken inmek zorunda bırakıldıklarını” sormuş. “Yukarıdaki arkadaşın işgüzarlığı ve bir an önce inip evine gitme arzusu” demiş aşağıdaki biri, güya Sarıalan’da kimse kalmayınca dükkanı kapatıp geri dönecek! Elinde ayakkabıları ve diğer malzemelerle birlikte ağır da bir yük taşıyan Beate, teleferikten inenlerin dışarıya kestirme yoldan değil de arka tarafa yapılan sıra dükkanların önünden geçirtip, alışveriş yaptırtabilmek için uzunca bir koridordan çıkarılmasına da çok içerlemiş. “Oğada” diyor, “yönetim, güvenlik, iletişim, soğumluluk ve eğitim sıfığ!..” Alman kafası bu durumu kabullenip algılayamıyor bir türlü. “Nasıl olabliğ böyle biğ şey” diyor? Ardından Zülfikar beyi aradım ve Soğukpınar’ın, Ketenlik Yaylası’nda kar çiçeklerinin arasından yürürken buldum. “Ya sen boş ver onu” dedi! “Beate’ye kalırsa tüm Türkiye’nin kontağını kapatıp, anahtarları da çekip çıkararak terk edip gitmemiz lazım!..” O kadar kötü yönetiliyor yani ülkemiz. Kimbilir, belki de gerçekten öyledir. Peki ya sizce?

Diğer Haberler