90’lı yılların hemen başıydı…
Kadın error veriyordu!
Tam arızaya bağlamıştı kendini.
Kocası onu terk etmiş, sekreteriyle pişirmişti işi.
Sadece bununla da kalsa iyi, asistanıyla izdivaç yapmakla yetinmemiş, bir de gelip eskiden oturduklarının tam karşısındaki daireyi kiralamıştı adam, kadını iyice sinir etmek için!
Eve her giriş çıkışta halefiyle kapıda karşılaşıyorlardı iyi mi?!.
Pişkin pişkin sırıtıyordu yarı yaşındaki genç kadın kendisine; hatta “günaydın” filan da diyordu hiç şu kadarcık utanıp sıkılmadan!
O gün burnumuzdan getirdi ülke çapında ünlü bu kadın yazar!
Son kitabını yeni yazmış, Bursa’ya da söyleşi yapmaya gelmişti.
Anlattığına göre “30 yaşına geldiğinde artık bir karar vermesi gerekiyordu.
Ya yazar olacaktı ya da bilim kadını!..
Tam 6 ay oturdu düşündü.
Bu sürenin sonunda da yazar olmaya karar verdi!..”
Toplam altı ay düşündükten sonra “yazar olmaya” karar veren yazar, ne kadar yazar, işin orası da bir muamma ama neyse artık…
Bir kapris, bir kapris ki kadın, masada oturan başka biri kalkıp kaçmak istiyor ama ben engel oluyorum o akşam!
Bir ara eğiliyor kulağıma, “Abi” diyor, “bu kadın elizabet olsa çekilmez, adam onca yıl gene iyi sabretmiş!..”
Bir de yeni yazacağı kitabını anlattı bize uzun uzun, söylediğine göre konusu çok sıra dışı olacak, tüm dünyada geniş yankı uyandıracakmış!
Sonra çıktı kitabı piyasaya, dandik bir kurguydu hepsi, bir Anzak askeri Çanakkale Savaşından sonra memleketine dönmüyor, oraya yerleşiyordu.
Hikâyenin hepsi buydu işte!
Ulan bizde ne öyküler var, üstelik de dibine kadar yaşanmış!
Öğretmenlikten ayrılıp, uzun yıllar önce ahşap dekorasyon üzerine kendine yeni bir iş kuran Şevket (Demir) ve eşi Aydanur hanımla bir akşam oturuyoruz…
Ne güzel isim değil mi Aydanur?
“Yurdanur’u” da çok severim mesela.
Ve Handan…
Ne demek Handan?
İşte onu da “Raydan” ismini ilk işittiğimde anlamıştım.
Annesi onu bir tren seyahati sırasında doğurmuş, kızın adını da “Raydan” koymuşlar iyi mi?!.
Ne hoş, anısı var, anlamı var; üstelik Türkçe’nin güzelliğini de yansıtıyor.
Buz gibi masmavi gözleri var Yurdanur’un.
Doğu Karadeniz’den kocası Şevket de...
“Bizim hanım yarı İngiliz’dir, bunlara, bizim köyde “Tipigiller” derler” dedi Şevket karısı için.
Nasıl yani, ne alaka?
Olay Gazetesi’nde yazarken Adnan Baştopçu’ya sürekli notlar, uyarılar, hatta bazen de yazılar gönderen “Kemal Tipioğlu” isimli son derece zeki ve üretken bir adam vardı…
İşte o da bu Tipigiller’den, Aydanur’un akrabalarından biri Kemal Tipioğlu, o da yarı İngiliz!..
Peki, neydi bu işin hikayesi?
1800’lü yılların sonlarındayız…
Kafkaslarda harp var…
Şimdiki gibi bir gece nasıl kar yağıyor, göz gözü görmez halde ortalık.
Köye artık donmak üzere olan bir İngiliz müfrezesi sığınıyor.
Ertesi gün de giderlerken bir ayağı soğuktan kangren olmuş gencecik bir askeri “bizim bunu yanımızda taşımamız mümkün değil, öldüğünde gömersiniz” diye köylülere bırakıyorlar!
Yaşamını kurtarabilmek için çocuğun ayağının kesilmesi gerek ancak, köyde doktor yok, alet yok, ilaç yok!..
Ahali toplaşıyor, İngiliz askerini köy kahvesindeki masaların üzerine yatırıp baltayla, testereyle, artık elde ne varsa kangren olmuş bacağını hep birlikte bağırta bağırta kesiyorlar!..
Yoksa kesinlikle ölüp gidecek.
Çocuk yaşıyor iyi mi?!.
Bir de ev dam yapıp everiyorlar mı onu köyün kızlarından biriyle; ohh!..
Oraya karın tipi şekilde yağdığı bir günde geldiği için de lakaplarını “Tipigiller” koymuyorlar mı?
İşte Aydanur ve Kemal, kaderin garip bir cilvesi sonucu ölmek üzereyken köye bırakılan bir İngiliz dedenin iki torunudur.
İki Tipigil.
Nasıl hikaye ama?
Yok Anzak gelmiş de, Çanakkale’de kalmış da, zzzt Erenköy!
Hikayenin hası var burada hası!
Kimden, nerden aldıysan hikayeyi git geri götür, sahibi tırım tırım arıyodur!
Bunun gibi kendini yazar sanan bazı kabızlar İstanbul’da yaşıyor, orada sağdan soldan öyküler toplayıp kitap yazmaya çalışıyorlar.
Oysa öylesine zengin ki acısıyla, tatlısıyla yurdum insanının yaşanmışlıkları, bir değil, milyonlarca öykü yazsan sığdıramazsın.
Milyonlarca film, dizi yapsan yine de anlatamazsın.
Ortadoğu, Balkanlar, Kuzey Afrika ve Güney Amerika'nın ardından Endonezya, Singapur Pakistan ve Hindistan da Türk dizi sektörünün ihracat listesine girmiş haberiniz var mı?
Ve biliyor musunuz film ihracında Türkiye, Amerika’nın ardından dünyada 2’nci sırada ve Türk dizileri tam 150 ülkede birden gösterilmekte bu gün?
Amerika bu günkü seviyesine sadece topla tüfekle gelmedi; peki ya neyle geldi?
Hollywood’la geldi, film endüstrisiyle, Amerikan propagandasıyla geldi!..
Ülkemizin bu alanda da çok kısa süre içinde büyük mesafe katetmesi memleketini seven herkes için bir gurur kaynağıdır.
Sadece ihracat geliri de değil, meselenin bir de “turizm” ayağı var ki, işte onu da geçen gün Bakan açıkladı.
Millet buradan kalkıp nasıl Amerika’da Santa Monica’ya, Long Beach’i, Hollwood’u görmeye gidiyorsa, dünyanın dört bir yanındaki turistler de örneğin Kınalı Kar’ın çekildiği mekan olan Cumalkızık’a gelecekler.
Geliyorlar da zaten.
Türk dizileri turizm patlamasına yol açtı son yıllarda ülkemizde.
Arkadaşım pesimist Zülfikar(Yüksel) türü artık gittikçe azalmakta olan bazıları gibi her gün Facebook’ta, Twitter’da yardırıp duruyor “o ne olacak, şu ne olacak, o kötü, bu kötü” filan diye!..
(Son zamanlarda sustu artık, Allah’ı var!)
Göreceksiniz, hiçbir şey kötü olmayacak, her şey daha da iyiye gidecek bu ülkede.
Yaşanmışlıklarımız bu kadar kadim, köklü ve zengin olduğu için hiçbir şey, hiç kimse yıkamaz bizi.
Gezi olaylarında dozerle Toma kovalayan, 15 Temmuz akşamı canavarla tank kapağı kesmeye çalışan, evinin terasından F 16 uçağına levye fırlatan bu halkı hiç kimse yok edemez kardeşim!
Yalnız, birilerinin bardağın dolu tarafını görmeye başlaması lazım artık.
Sana söylüyorum Zülfikar, Osman Güleç sen anla!
(Dört yıl öncesinden acık revize edilmiş bol karlı bir “tipi” yazısı.)