Yazarlar

Türkiye ve İran

post-img
Bayılıyorum ben bu İran Devleti’ni yöneten adamlara. “Molla” falan der küçümser geçeriz Osmanlı’dan bize yadigar “üstünlük taslama dürtüsüyle” ama resmen tüm dünyayı dize getirdi İran yönetimi. Onca yıl ambargoya maruz bırakılacak, elindeki petrolü de satamayacaksın; buna ve tüm tehditlere rağmen geri adım atmayacak, uranyumunu da zenginleştirmeye devam edeceksin ve yıllardır sabırla uyguladığın ince siyaset sonucu en sonunda da yüzü gülüp kazanan sen olacaksın. Helal olsun vallahi ne diyeyim?!. Hep aklıma gelir anlatırım, Amerika yönetimi “saldırırız bak” diye tehdit etmişti bir vakitler bunları! Ertesi gün İran Genelkurmayı’ndan şu açıklama geldi: “Buyursunlar, bekliyoruz. Memleketin kuzeyinde ilk etapta Amerikan askerleri için 10 bin mezar yeri kazıp hazırladık zaten!..” Son günlerde tüm televizyon kanallarının bir numaralı haberi, İran’ın serbest bırakılacak 100 milyar dolarlık parasının nerelere harcanacağı konusu. İran’ın parasıyla yatıp, İran’ın parasıyla kalkıyoruz neredeyse artık. Ne çok “keklediler” bizi ve atalarımızı tarih boyunca bu coğrafyayı yöneten egemenler. Daha dün “laiklik elden gidiyor” denilerek, İran’da yaşayan insanlar gibi olmakla korkutuluyorduk! Örneğin ben uzunca bir süre oradaki kadınların tümünün kara çarşaf giymek zorunda olduklarını sandım hep. Oysa, belki bizdeki çarşaflılar bile onlarınkilerden çok daha fazlaydı. Eşarp kullanıyorlardı İranlı kadınlar çoğunlukla, üstelik başlarının ortasından itibaren bağlayabiliyorlar, saçlarının ön perçemleri de açıkta kalıyordu. Bizde o vaziyetteyken insanı camiye bile sokmazlar inanın! İran’da uygulanan İslami rejimi övecek değilim ancak bizimkilerin onca korkutmalarına rağmen düşmanlık hisleri de beslemiyorum, daha da ötesi sempati duyuyorum bu adamlara karşı. Hem halklar niye kin duysunlarki birbirlerine? Atina’da yaşayan Yorgo’yla, Tahran’daki Hüseyin’le ne alıp veremediğimiz olur bizim? Patlıcan herse, barbunya pilaki, Borani de benim kültürüm, Humus da. Hepsi de aynı anda masamdaki yerlerini alıveriyorlar zaten. Ancak tarih boyunca Anadolu’yu yöneten hanedanların en büyük rakibi hep İran oldu. Tabii aynı şeyi orası için de söylemek mümkün. Yeni nesil pek bilmez ama geçmişte 423 yıllık süreçte ortalama her 30 yılda bir tam 15 kez savaştık İran’la. Osmanlı ordusu hep çok güçlüydü ama İranlılar taktik savaşları yürüterek ayakta kalmayı başardılar. Ordunun İstanbul’dan kalkarak oralara gelmesi çok uzun zaman alıyordu. Menziline vardığındaysa İranlılar karşısına çıkmıyor, tarlalardaki ekinleri yaktıktan, su kaynaklarını da zehirledikten sonra geriye doğru çekiliyorlardı. Osmanlı gittikten sonra fethettiği yerleri geri almak çok kolaydı artık. En sonunda 1639 yılında savaşlardan artık iyice yılan taraflar kendi aralarında “Kasr-ı Şirin Anlaşması’nı” imzaladılar. Bu tarihten sonra Türkiye’nin, İran sınırı hiç değişmeden hep aynı kaldı. Amerikalılar, İran Şahı Rıza Pehlevi devrilip de Humeyni’nin iktidarı ele geçirmesinin ardından devrin Başbakan’ı Süleyman Demirel’den, “Türk ordusunu, İran’a saldırtmasını” isterler. Rahmetli gerdanını kıvırta kıvırta “olur mu canım, hiç olur mu öyle şey” der, “Kasr-ı Şirin Anlaşması var bizim aramızda. O zamandan beri hiç savaşmadık, savaşamayız da biz İran’la.” Tarih dersine hiç çalışmayan, notları arasında Kasr-ı Şirin Anlaşması bulunmayan Amerikalılar şaşırıp, birbirlerinin yüzlerine bakakalırlar işte bu yanıt karşısında! Buna rağmen anlaşmadan sonra da tam 6 kez daha savaştı Osmanlı’yla, İran devleti. Dünyada değişen dengeler sonucu her ki taraf da birbirleriyle dövüşüp durmanın çok anlamsız olduğunu görünce artık baltaları toprağa gömerek bu bitip tükenmek bilmeyen kavgalara bir son verdiler. Sene 1823’tü. O tarihten bu yana hiç harp etmedik İran’la. Bazıları Türkiye ve İran arasında hala süren ihtiyatlı gerginliği sadece aradaki “mezhep farklılığına” dayandırsa da bu çok eksik ve yanıltıcı bir değerlendirme olur. Evet, bir mezhep ayrılığı var ama asıl mesele aradaki rekabet ve çıkarlar. Örneğin Ermenistan’ın, Azerbaycan’ın Karabağ bölgesini işgal etmesinin ardından Azerilere en büyük desteği Türkiye verdi. Hatta Türkiye, Ermenistan’la sınırları kapatıp, ambargo bile uygulamaya başladı. Ardından bununla da yetinmedi, “Ermeniler Nahcivan’a girerlerse bunu savaş nedeni sayacağını” açıkladı ve bu tehdit karşısında Ermenistan yönetimi tırsınca muharebeyi durdurmak zorunda kaldılar. Peki ya İran ne yaptı? Uluslararası zeminde “Azerilerin haklı olduğunu” dile getirmekle birlikte, Ermenistan’ı ekonomik olarak desteklemekten geri durmadı; en büyük yardımcısı oldu onların. Çünkü ileride kendi ülkelerindeki Azeri nüfusun, Azerbaycanlılarla ortak hareket etmesinden korkuyordu İranlılar! Ermenistan’ı da bir tampon olarak görüyor, bu nedenle sevip okşuyorlardı. Ermenistan’da yaşayan halk Hristiyan, Azerilerse Şii Müslümandı; nerede kaldı İran’ı yönetenlerin Şiiliği? Kısacası uluslararası ilişkileri dinler ya da akrabalıklar değil, sadece çıkarlar belirliyor. Menfaat sağlayabilmek için onlar birer araç sadece. Diğer taraftan İran nüfusunun yaklaşık yüzde 40’ı Türk ve akrabayız onlarla da biz. İşte bu nedenle İran’da Türkçe çok yaygın kullanılan bir dil. Geçmişte onca savaş yapmamıza rağmen ortak değer ve çıkarlarımız çok çok fazla. Bu gün yine en büyük şanssızlığımızsa Türkiye’nin batı, İran’ın da doğu yani Rusya ve Çin eksenli siyaset yürütmek zorunda olması. Oysa bu iki kadim devlet birlikte hareket etmeyi gerçekleştirebilse kısa zamanda çok güzel işler başarabilirler. Bu coğrafyada “İran ve Türkiye” denilince akla daima iki isim gelir: Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail. Dönemin katı kuralları gereği ikisi de zalimdi; zorba ve kıyıcıydılar. Şah İsmail kendini “Mehdi” olarak görüyordu. Ne zaman ki Yavuz’un ordusu karşısında halkını savaş meydanında bırakıp kaçıyor, ardından da  yaralandığı vakit kanı al al akıyor, işte o zaman kutsallığı tartışılmaya başlanıyordu artık. Bugün Anadolu Alevileri arasında dolaşın, çoğunun Şah İsmail'i hiç tanımadığını görüp şaşırırsınız. Belki yaşlı kuşak biraz bilir ancak soruyu değiştirip “Hatayi kimdir” derseniz herkes tanır çünkü, onun anılmadığı hiç bir cem yoktur? İkisi de zalimdi, her ikisi de zorba ve kıyıcıydı bu iki hükümdarın ama aynı zamanda ikisi de muhteşem birer şairdi!.. Biri “Selimi”, diğeriyse “Hatayi” mahlasını kullanırdı şiirlerini yazarken. Zalimlikleri kendilerine, şiirleri bize kalsın. Hatayi’nin “Muhabbet Bağı” isimli şu şiirini içinden duyarak, hissederek okuyan herkes, erenlerden, evliyalardan dem alsın:   Muhabbet bağında bir gül açıldı Bir derdim var bin dermana değişmem Yüküm lal-i gevher mercan saçarım Bir derdim var bin dermana değişmem   Cümle kuşlar dile gelir yazım der Gövel turnam Şam’a gelir güzüm der Benim yaralarım tuzum tuzum der Bir derdim var bin dermana değişmem   Şah Hatayi’yim muhabbete bakarım Ben doluyum ben dolana akarım Güzel pirim bir dert vermiş çekerim Bir derdim var bin dermana değişmem   Garip bülbül gönlüm eğler ses ile Nicelerin ömrü gitmiş yas ile Arayıp bulduğum pür heves ile Bir derdim var bin dermana değişmem   Hadi kalın sağlıcakla.

Diğer Haberler