Yazarlar

Uludağ'ın delisi!..

post-img
“Yiğitin delüsü makbul olur.” (Hamza-nâme, IV.-XV. yy)   “Kimse seni övmezse sen kendini öv!” (Erasmus, 1469-1536, Deliliğe Övgü)   “Deli” sözcüğü güzel dilimizde birden çok manada kullanılır.   “Aklını yetirmiş olan, akli dengesi bozulmuş, mecnun, coşkun, azgın, davranışları aşırı ve taşkın olan kimse, çılgın, bir şeye, bir kimseye aşırı derecede düşkün, sıra dışı” gibi pek çok anlamı vardır “deli” sözcüğünün.   Bizde “Deli” söylemine ilk olarak “tĆlve” biçimiyle Eski Uygur metinlerinde rastlanılır.   “Telbe, telwe, tilbe” kelimeleri hep aynı anlamları taşır.   Aynı ismi soyadında taşıyan Yıldız Tilbe de muhtemelen bilmiyordur manasını çünkü, güncel sözlükler bu ifadeyi “Dilenci kılıklı, üstü başı perişan gezgin derviş” olarak açıklasa da aslı “telu” yani, “deli”dir.   Türkiye Türkçesindeki “deli” sözcüğüne karşılık Azerbaycan Türkçesinde “däli”,  Başkurt Türkçesinde “tili”, Kazak Türkçesinde “delkulı”, Kırgız Türkçesinde “delbe”, Özbek Türkçesinde “telbä”, Tatar Türkçesinde “tili”, Türkmen Türkçesinde “dǟli”, Uygur Türkçesindeyse “dälli” biçimleri kullanılır.   Türklerin yaşamlarında ve sözlü kültürlerinde çok önemli bir yeri vardır deliliğin.   “Deliye her gün bayram, deliyle acemi birdir, deliye oyna demişler ortalığı yıkmış, deli deliyi görünce değneğini saklarmış…” şeklindeki atasözleri bir yana,  “delinin zoruna bakmak, deli olmak, deliye dönmek, deli divane olmak, deli gömleği giymek, deli saçması…” şeklindeki deyimlerle “Delikanlı, delidolu, delifişek, delibaş, delişmen, deli divane, deli gönül…” şeklindeki kalıplar da güzel Türkçemizin anlatım zenginliğinin yanı sıra “deliliğin” gündelik hayatımızın içine ne kadar çok sızdığının birer göstergesidir aynı zamanda.   Dediğim gibi, sadece yazılı olanda değil, sözlü kültürde de kendisine pek çok yer bulur “delilik” hali.   Örneğin Anadolu ağızlarında şunlar söylenir:   “Deliden deli, tavuktan piliç olur; Deliden veli, veliden deli olur; Deli gelmeden yeli gelir; Deli kul neylesin canı, akıllı kul neylesin malı; Delinin ipiyle kuyuya inilmez; Delinin ununu Allah öğütür…”   Devam ediyoruz:   “Deli çeşme, delinin aklına taş getirmek, deliye geçit yoklatmak, deli misin destarlı mısın?..”   Eski Orta Asya Türk devletlerinde savaşçılar yani “alpler”, üzerlerine değişik hayvan postları alıp kıyafetlerini de çeşitli tüylerle süslerlerdi.     İslam’la ilk buluşmanın ardından giysiler yavaş yavaş Araplaştı ve “alperen” tipi ortaya çıktı.     Bunlar gözünü budaktan sakınmayan, savaşlarda atılan binlerce oka karşılık göğüslerini siper ederek en önde fırlayanlardı.   Yani birazcık “deliydiler” sizin anlayacağınız!   Osmanlı dönemindeyse “deli” sözcüğü aynı zamanda “askeri bir terminolojinin” adıdır.   “Deliler” Osmanlı’da “akıncı kollarından” biridir.   Sadece Türklerden değil, diğer Osmanlı toplumları arasından da seçilirlerdi.   Yeniçeri Ocağı kendilerini nasıl Hacı Bektaş’tan el almış, ona mensup bilirse; Deliler de kendilerine Hz. Ömer’i pir olarak kabul etmişlerdir.    Osmanlı’da Deliler, her birine ‘bayrak’ denilen elli altmış kişilik ocaklara ayrılırlardı. Birkaç bayrak birleştirilerek bir “delibaşının”  emrine verilirdi. Delibaşıların emrinde “gönüllü ağası” ve “bölük ağası” unvanlarını taşıyan daha küçük rütbeli “deli zabitleri” vardı. “Deli askeri” olmak isteyen bir genç önce ‘zobu’ adıyla ocak ağalarının birinin yanına verilip yetiştirilir, orada ocağın usul ve kaidelerini öğrenirdi. Kendini ispatladıktan sonra “din ve devlete hizmet edeceğine, hiçbir kavgadan geri dönmeyeceğine” dair söz verirdi. Daha sonra törenle başına deli kalpağı giydirilir ve ‘ağa çırağı’ olarak deftere kaydedilirdi. Sırası gelen genç ağalığa geçer, hatta delibaşlığa bile yükselirdi. Verdiği sözü tutmayan, ocak kurallarına uygun hareket etmeyen deli, başından kalpağı alınıp keçe külâh giydirilerek teşhir edildikten sonra ocaktan kovulurdu.     Bunlar savaşlarda ordunun en önünde gider, gözlerini budaktan sakınmayarak düşman saflarını fırtına gibi yararlardı.   Bu ocak 17’nci yüzyıldan itibaren bozuldu ve Celali isyanları sırasında yoldan çıkarak halka eziyet etti.   Haklarında ferman çıkarılarak tümden yok edildiler.   O dönemde eşkıyalığa soyunan bu ocak üyeleri yüzünden “deli” sözcüğü halk arasında “zorlu, azgın, korkunç” manalarında kötü anlamlar içeriyordu!   Oysa önceleri durum çok daha farklıydı.   Biliyorsunuz elimizde eski Oğuz kültürünü anlatan “Divanu Lugati’t- Türk ve Dede Korkut Oğuznameleri” isimli iki temel metin var.   O yazmalarda sözü edilen delilerse Celali isyanlarından önce Osmanlı’da da öyle anıldığı gibi “gözüpek, kahraman, korkusuz, alp, yiğit” şeklinde tanımlanmakta.   Yine biliyorsunuz Dede Korkut’un delisi “Deli Dumrul’dur”.   Onun delisi nasıl “Deli Dumrul’sa” bu güne dek yazılmış en iyi kurgusal eserlerden biri sayılan ve Modern Avrupa’nın ilk romanı olarak kabul edilen kitabın yazarı “Cervantes’in delisiyse” Don Kişot’tur!   Macerasında yel değirmenlerine karşı mücadele eder Don Kişot.   Kahraman olmak için bir parça deli, deli olmak için de bir parça kahramanlık gerekir!   Halk çok sever delileri.   Deliler birer efsanedir insanların gözünde.   Kendi yapamadıklarını, yaşayamadıklarını onlarda görüp destanlaştırırlar gönüllerinde.   Türk siyasetine “Karaoğlan” olarak damga vuran bir “Bülent Ecevit halkın gözünde delidir” mesela, milyonlarca insanın gönlünde bir “kahraman” olarak tamamlamıştır ömrünü çünkü, İsmet İnönü’nün bile yapamadığını başarmış, İngiltere ve Amerika’ya kafa tutarak Kıbrıs’a çıkmıştır; bunu ancak bir deli yapabilir yeryüzünde!   Rahmetli Necmettin Erbakan da bir “delidir” örneğin!   Deli olduğu için çok sevilmiş, milyonlarca insanı etrafında toplamıştır.   Sadece Amerika, İngiltere ya da İsrail’e kafa tutmamıştır Erbakan, yedi düvele racon kesmiş, sadece Türkiye’nin değil, tüm dünyanın düzenini değiştirmeye soyunmuştur!   Bu halk Recep Tayyip Erdoğan’ı neden seviyor, neden sürekli iktidara getiriyor sanıyorsunuz?   Ee o da deli!   Geçmişte bu memlekette hangi Başbakan İstanbul dükalığına kafa tutabildi, hangisi canlı yayında Yahudilere “Siz adam öldürmeyi iyi bilirsiniz” diyebildi, hangi başbakan darbe kalkışması sırasında “Yunan adalarından birine gidelim” önerisine karşı uçağa atlayıp İstanbul Atatürk Havaalanı’na inebildi söyler misiniz bana?   Örneğin bir miktar kafadan kırık kadınlarla, özellikle de “bedensel engelli kadınların delisi” ille de Frida Kahlo’dur!   Frida gibi olmak ister hepsi, anarşist bir ruha sahip olmayı dilerler, kendisini kız kardeşiyle defalarca aldatan kocası Diago’yu bile aşan Kahlo misali özgürce başkalarıyla da seks yaşamak isterler düşlerinde, sanatçı olmak, sabahlara kadar şarap içip dans etmek ve Meksika’da Stalin’in bir adamı tarafından öldürülen Kızıl Ordu’nun kurucusu ve ilk komutanı Lev Troçki’yle onlar da sevişmek isterler bilinç altlarında!   Yine mesela memleketimizdeki “solcuların delisi” de Che Guevara’dır.   Ona öykünürler, ona çok özenirler.   Hangi akıllı kendi ülkesinde arzu ettiği devrim gerçekleştikten sonra kalkıp diğer ülkelerdeki hareketlere katılmak üzere Bolivya dağlarına gerillacılık yapmaya gider söyler misiniz bana?   Tarihe ve etrafınıza bakın, insanlığın bu delilerin omuzlarında yüceldiğini ve bazı delilerin eliyle de felakete sürüklendiğini göreceksiniz!   Bilimde, askerlikte, sanatta insanlığı ileriye götüren hep deliler olmuştur.   Hangi akıllı uçacağım diye kendini Galata Kulesi’nden aşağı bırakabilir ki Hazerfen Ahmet Çelebi’den başka?   “Şirk koşuyor, Allah isteseydi insanlarda kanat yaratırdı” diyen akıllıların(!) padişahı şişirmeleri sonunu getirdi Hazerfen’in!   Sadece o mu?   Bu dünya da yine bazı delilerin yüzü suyu hürmetine ayakta duruyor bence!   On sekiz yıldır…   Tam 18 yıldır…   Bir daha söyleyeyim mi?   Tam 18 yıldır karda, kışta, yağmurda, çamurda, tipide hiç üşenmeden, şu kadarcık yüksünmeden, hiç aksatmadan her gün aşırı mutlaka yapıyor bu yolculuğu.   Bursa’da beş ayrı kasapla anlaşmış.   Daha önce işitmiş, dinlemiş ve yazmıştım ama önceki gün benim de iliştiğim seyahat inanamayacağınız kadar muhteşem, anlatılamayacak kadar duygu yüklüydü.   Her iniş çıkış öncesi bu kasaplardan aldığı yaklaşık 150 kilo kadar eti az sıyrılmış kemikleri, paket paket tavuk ciğerlerini, torba torba mamaları ve aracın alabildiği kadar çuval çuval ekmekleri arabasına doldurup Uludağ Yoluna doğru ilerlemeye başlıyor.   İlk durağımız bir vakitler orada aşna fişna yapılan ve artık muhtemelen cenabetlikten dolayı harabeye dönmüş dağ yolundaki Bursa Eski Milletvekili Feridun Pehlivan’a ait o meşhur oteli az geçince, sağdaki yıkıntının önü oldu!   Gözlerinize inanamazsınız, bırakın korna çalmayı, oradan her dakika bir sürü araç geçmesine rağmen daha arabanın sesini duyar duymaz sağdan soldan onlarca kedi atladı önümüze doğru!     İndi, naylon eldivenini giyip paket paket ciğerleri ayrı ayrı yönlerde önlerine doğru atmaya başladı.   Nasıl da saldırdılar yiyeceklere, karınları doyunca nasıl da mutlu oldular anlatamam sizlere.   Oradan devam ettik.   İnkaya Köyü’nü geçince izledim ikinci mucizeyi.   Sağ tarafta, yol kenarındaki boş alana yatmış iki köpek ayaklandı önce arabayı gördüklerinde, sonra sağdan soldan, çalıların arasından daha bir sürü hayvan fırladı önümüze.   Hepsi de kimin geldiğini daha bebekliklerinden beri çok iyi biliyorlardı.   Torbalardaki kemiklerden paylarını aldılar onlar da…     Son durak olan Milli Park gişelerine kadar her birkaç kilometrede bir durduk.   Üçerli, beşerli, onarlı gruplar halinde kolonileşmiş sokak hayvanları ya da sokağa bırakılmış evcil 100 kadar köpeği tıka basa yine doyurdu o gün.   Emzikli annelere lop etler verdi.   Yemek için kavga edenleri sabırla ayırdı.   “Abi” dedim, “ben evrende ilahi bir denge olduğuna inanıyorum. İnsanoğlu elindeki sahip olduklarını başkalarıyla da mutlaka paylaşmalı. Bizde olanda başka insanların, kurtların, kuşların, kedilerin, köpeklerin hatta bizler öldükten sonra bakterilerin bile hakları var. Ne zaman ki paylaşmaktan kaçındın, evren ne yapıyor ne ediyor, bir şekilde alıyor senden vermen gerekenleri, hatta bunu gönül rızasıyla yapmazsan eğer çok daha fazlasını da alabiliyor bazen…”   “Ekmekleri işte onun için götürüyorum Mehmet Ali” diye yanıt verdi “Uludağ’ın Delisi”, “onları da doğaya bırakıyorum ki, kuşlar ve diğer canlılar yesin diye!..”   Kullandığı otomobili olumsuz doğa koşulları bulunduğu vakit de dağa çıkabilmek için özellikle seçip almış; dört çeker ve arazi taşıtı olduğu için karda da rahatlıkla ilerleyebiliyor bindiğimiz vasıta.   Yol boyunca nasıl da tatlı köpek yavrularına rastlıyoruz annelerinin yanında, alıp birkaç tanesini getiresim geldi ama bizim bahçede de var iki tane, çok fazla olacaklar bu kez.     Uludağ’a üç metre kar yağdığı gün yanına yardımcısını da alıp çıkmış  yukarıya.   Altı kardeşten dördü geceden hurda bir aracın altına girdikleri için orada mahsur kalmışlar, üzerlerini yığınla kar kaplamış.   Dışarıda sadece ikisi kaldığı için fark etmiş durumu.   Kürekle tam bir buçuk saat uğraşarak kurtarabilmişler hayvanları oradan.   Bir sürünün üyeleri diğer sürünün alanına girmiyor, karşıdan gördükleri halde bekleyip, kendi bölgelerine gelinmesini bekliyor.     Bir de ecza kutusu var ki arabasında taşıdığı ayrıca, içinde uyuz aşılarından antibiyotiğe, Batikon’dan yara iyileştirici merhemlere dek her şey var.   Yukarıda artık yolun sonuna doğru yaklaşırken sol yandaki orman tomruk deposuna girdik.   Dağ yolundaki satıcılardan, koruculara dek herkes tanıyor Bursalı Mali Müşavir Şahin Gençal’ı.   Oradaki dört yavruyu göremeyince endişelenip “nerede olduklarını” bekçiye soruyor?   Adam az ilerideki tomruk yığınının arkasındaki ağacı işaret edince de gidip bakıyoruz.   Kar yağdığı sırada henüz çok küçük oldukları için onları Acemler’deki benzinliğine indirmiş Şahin Gençal.   Tüm aşılarını yaptırmış ve biraz toparlandıkları vakit de götürüp yerlerine bırakmış.   Ama keyifsiz buldu hayvanları, sütlerini içip mamalarını yemediklerini görünce durumu bana da anlatırken sesi titriyordu.   Dönerken yine uğradık bazı bölgelere.   İki saat kadar önce yiyecek verdiği hayvanlar bu kez yol kenarlarına  dizilmişler, resmen uğurlamaya gelmişlerdi onu.   Sağ elini kemik poşetlerine sokarken gömleği kirlenmesin diye yaptırdığı kolluğu çıkarıp arka koltuğa koydu.   Yüzünden “huzur” okunuyordu artık Uludağ’ın delisinin!     Tatile çıktığı ya da hasta olduğu zamanlarda da görev hiç aksatılmıyor, onun yerini hayvan sever dostları alıyordu.   Tam 18 yıllık “insanlık nöbetinin” o günkü mesaisi bitmiş, sıra eve dönmeye gelmişti artık.   Ricamı kırmayarak beni de yanında götürdüğün için bir kez daha teşekkürler Şahin abi.   Evrenin tüm iyilikleri üzerine olsun.   Ruhuna huzur, kalbine her zamanki gibi sevgi dolsun.    

Diğer Haberler