Abi, ben bu yurdum insanını niye, nasıl sevmiyim?!.
Buçuğu ayrı güzel ve tam, 72’si ayrı güzel Türk milletinin.
Anadolu coğrafyasında yaşayanların her biri ayrı bir renk, gökkuşağı gibi bizim halkımız.
Ve her biri Hoca Nasrettin’in öz torunu aynı zamanda.
Bazen nasıl gülüyorum hallerine, çenem ağrıyor kahkaha atarken.
Tülay Kumaşçı ablam paylaşmış sosyal bir siteden, “Peygamberimiz (sav)” diyor, “hazreti mehdinin yüzündeki tüm detayları anlatmıştır. Gözleri hafif çekiktir, yanağında ben vardır, dişleri parlaktır.”
Yanıt veriyor fırlama Mustafa Yenigün:
“İzzet Altınmeşe!..”
Abi, nasıl gülmezsin şimdi bu tabloya?!.
Hakikaten, İzzet Altınmeşe’den çıkarın meşeyi, hafızalarda kocaman bir ben kalıyor geriye!
Yeni mehdimizi beniyle başbaşa bırakıp gelelim Angelina ablamızdan üretilen o muhteşem espriye…
Hani Angelina Jolie bir açıklama yapmıştı ya “ben Tanrı’ya gerek duymuyorum” diye?
Abdullah abimiz de işte o paylaşımın altına yapıyor yorumunu ve Allah’la mesajlaşmaya girişiyor:
“Allam, özene bezene yaratmışsın, sana inanmıyor, ben cumalara gidiyorum, Hakkı Bulut’a benziyorum, yine sen bilirsin, sen büyüksün, yücesin sen!..”
Abi, adamın “cumalara gittiğine” mi güleyim, “Hakkı Bulut’a benziyorum” diyerek kendisiyle dalga geçtiğine mi yoksa, lafın sonunda “ne olur ne olmaz, belki bu yorumuma kızar” diyerek Tanrı’ya şirinlik yapmaya çalışmasına mı, hangisine?
Hey Allam ya!
Neyse, hadi gülmeceyi bırakıp, nostalji de yapalım bu gün biraz.
Tavuklarımız vardı Keles’te yaşadığımız sıralarda evimizin bahçesinde bizim, kümesin folluğuna bir kapak yapmıştı babam, sabahları erkenden gidip toplardım yumurtalarını.
Sıcacık olurlardı; neredeyse toprağa bile basmayan, ağaca tırmanmayan yeni neslin bir kümesin folluğundan sıcak yumurta toplayamaması ne kadar büyük bir kayıp!
Yumurtladıklarını “gıt-gıt-gıdaak, gıt-gıt-gıdaak, yımırtam sıcaak, inanmazsan gel de baak” diye bağrışmalarından anlardık.
Günlük hasadı devşirdikten sonra elime her zamanki gibi plastik, kapaklı o süt kabını alır, doğruca “Zekke yengeye” (Zekiye) giderdim.
Rahmetli kocası İzzet amcayla birlikte evin içinde yerdeki siniye kurulmuş bir kahvaltı sofrasının başında olurlardı sabahları genellikle.
Israrla beni de çağırırlardı ama girmezdim içeriye.
Zekke yenge hemen sapından tuttuğu bakır bir kabı suyla bir kez daha yıkar ve beni de yanına alarak yan taraftaki ahıra inerdi.
Sarı kız bekliyor olurdu onu zaten, Zekke yengenin geldiğini görünce “mööö” diye selamlayıp “günaydın” derdi bize.
Hem biliyor musunuz, doğada bütün hayvanlar aslında konuşur sizinle; ne hayvanı evrende her şeyin, her objenin bir dili vardır ayrıca, yeter ki dinlemesini bilin!
Önce başından okşayıp ardından da Sarı Kız’ı sağdıktan sonra birlikte tekrar yukarıya, eve doğru çıkardık Zekke yengeyle.
Sıcacık, mis gibi, buğusu tüten o nefis sütü bu kez de bir tülbentten geçirip süzerdi Zekke yenge, “ne olur ne olmaz, belki içine bir toz zerresi filan kaçmıştır” diye.
Dönüşte yolda her seferinde kapağından süt sızdırırdı o kap nedense, bir an önce eve varayım diye de koştururdum, ben koştukça o da daha fazla sızdırırdı!
Zekke yenge şimdi ömrü çok daha uzun olsun bir asrı devirmek üzere bu dünyada, Keles’te yaşıyor; sağ olsun Ahmet (Yıldız) bakıyor ona, her şeyiyle o ilgileniyor.
Eve dönünce annem içindekini bir kez daha süzdükten sonra kalaylı bakır bir tencereye boşaltır, çatır çatır yanmakta olan kuzine sobanın üzerine yerleştirirdi.
Ardından bir-iki taşım kaynayan süt hemen dışarıya soğumaya bırakılırdı.
Ondan sonra bir bardağa döker, şeker ya da bal da kattıktan sonra yumurtalardan birini kırıp içine boşaltırdı.
Her sabah mecburiydi bizlere içine taptaze yumurta katılıp karıştırılmış o sütü içmek.
Bazen durup dururken hastalık gelir, ölüverirdi kümesteki bütün tavuklar.
Başkalarının kümeslerinde ölümler başladığında hemen her yana söndürülmemiş toz kireç dökerdi babam.
Bazen de “gurk” olurlardı yani, içgüdüsel olarak fol basmak, civciv çıkarmak isterlerdi.
İşte o zaman da yumurtadan kesilirlerdi ve biz bunu her biri için pek istemezdik!
Ağızlarını açıp, sarımsaklı yoğurt yedirirdi annem gurktan kesilsinler diye.
“Gurk” olmuş tavuklar “gurrk-gurrk” diye bağırırlardı!
Küçük, süslü, paçalı Çin tavuklarından tutun da Denizli horozlarına kadar her türlü kümes hayvanımız oldu bizim.
Bu sütunların takipçileri bilirler, yazılarımın aktörlerinden biri de bizim Hamza’dır (Eren).
Zaman zaman takılmayı çok severim Hamza’ya.
“Oğlum” dedim geçen sene, “bak” dedim, “yapma” dedim, “aniden hepsi birden ölüveriyorlar” dedim, “sermayeyi yükleme tavuğa” dedim, “önce kurbağa bacağı üretimine başla” dedim, dinlemedi Hamza beni!
Gitti, İnegöl’ün Kulaca Köyü’ne bir “tam organik tavık yımırtası çiftliği” kurdu.
Evi damı da unuttu Hamza, aylardan beri tavuklarla yatıyor, tavuklarla kalkıyor, “üzüm üzüme baka baka kararır” derler, kendisi de yumurtlayacak bu gidişle pek yakında!
Binlerce özel civcivi getirtti, sonra onlara aşı ve bakımlarını da yaptırıp büyüttü Hamza.
Geçen gün de telefon etti bana “abi sana ilk kılavuz yumurtalardan getiriyorum, bir yere ayrılma” diye.
Evin yumurta ihtiyacını düzenli olarak Karacabey’in köylerinden getirilen “gezen tavuk” mamullerinden karşılarım.
“Hormon mormon falan veriyorlar” diye çiftlik yumurtası tercih etmem hiç.
Zaten haftada kaç tane tüketeceksin ki, üç-beş kuruş fazla da ödesen bir şey fark etmez, yeter ki sağlıklı olsun.
Altın kızlarla toplaştığımız gün Hamza’nın getirdiklerinden anneme de vermiştim, ardından arayıp “oğlum hakikaten muhteşem o yumurtalar” dedi Valide Sultan da.
Abi, dört tanesini tencereye koyup haşladım evde, pişirdikten sonra kesip bir yedim, Allah sizi inandırsın yanlarında Angelina Jolie bile halt etsin!
Bu nasıl bir lezzettir böyle, beni alıp bundan 50 yıl öncesindekilere götüren nasıl bir damak tadıdır?!.
Olmaz öyle bir şey!
Meğerse örneğin, dışarıdan bir çuval mısır alıp da hayvanlara asla yediremiyormuş bizim Hamza!
Ee çünkü GDO’lu olma ihtimalleri yüksekmiş.
Ve hayvanlar sadece yine tam organik sertifikalı bitkilerden üretilen tam organik yemlerle beslenebiliyor, bakanlık da bunu sürekli testler yaparak denetliyormuş!
Ondanmış lezzetleri.
Havaların ısınıp, kuzuların da melemesiyle birlikte Hamza çiftliğinde “kahvaltı” hizmeti de sunmaya başlayacak.
Bir adım yol, alın çoluğu çocuğu yanınıza, bir hafta sonu mutlaka gidin, ufaklıklar kendi elleriyle toplasınlar yiyecekleri yumurtaları.
Şimdi size Hamza Eren’in ve çiftliğinin telefon numaralarını da veriyorum; arayıp da her zaman “gıt-gıt gıdak mı, yımırtan sıcak mı, inanmazsak gelek de bakak mı” diyebilirsiniz:
0 224 544 80 80
0 506 028 80 80
İşin şakası bir yana, 10’arlı ambalajlar yaptırmış, kargo parası filan ödemiyorsunuz, ister 10 adet isteyin, dilerseniz 20, “on tanesinin fiyatı sadece 10 lira”, üstelik de kapınıza kadar getirip evinizde teslim ediyorlar!
Ben bundan sonra başka yumurta yemem, yiyemem de zaten, o kadar yani, o derecede!
(Hamza, bak bu kadar reklama üç-beş yımırta yetmez oğlum, bir hafta sonu organik tavıklarından birini kes, közde pişir de Orhan Efe’yle birlikte gelek yiyek len?!.)