“Yazınsal türlerde yazmak, bir huzursuzluğun, iç çatışmanın sonucu olduğundan, bu türden yazmanın özünde bir sıkıntı vardır.
Seni arkadaşlarından, günlük yaşamdan koparıp onunla baş başa kalmaya zorlayan, içinde büyüttüğün sana çok benzeyen aynı zamanda çok yabancı biridir bu.
Dost mudur, düşman mıdır bilemezsin ama onsuz da yapamazsın.
Bir gün seni terk edeceğinden korkarsın.
En iyisi onunla hiç tanışmamaktır.
Beyninin rahmine o tohum düştüğünde hiçbir şeyin farkında değilsindir daha.
Kişiden kişiye değişen hamilelik sürecinden sonra canavar doğar.
Artık kurtulman mümkün değildir.
Seni kanatmak için vardır.
Onunla baş başa kaldığında seni içdenizinin derinliklerine çeker.
Girmek istemediğin odaların anahtarlarını uzatırken kışkırtıcıdır.
Hatta dayatıcıdır.
Unutmak istediklerini, karga sürüleri gibi başının üstünde toplayan odur.
Öylesine köşeye sıkışırsın ki, “Tamam” dersin, “teslim oluyorum.”
O zaman içindeki canavar senin yerine geçer, sen olur ve tepende dönüp duran kargaları dağıtmak için şehvetle yazar.
Bu buluşma muhteşem bir tufandır.
Yazmak, kendi sesini aramanın serüvenidir.
Önceleri, kafanın içinde dönüp duran seslerin çoğu başkalarınındır.
Sevdiğin, etkilendiğin yazarların gölgesi ister istemez yazdıklarının üzerine düşer.
Okuma alanın genişledikçe bütün bunların sentezinden yavaş yavaş kendi sesini fark edersin.
Arayış başlamıştır.
Rüyalardakine benzer bir durumla karşı karşıyasındır.
Kendi sesine yaklaştığını sandığın anda onun ne kadar uzağa kaçtığını hissedersin.
İşte bu noktada rakiplerinin başka yazarlar değil, kendin olduğunu anlaman için bir fırsat çıkmıştır önüne.
Bunu değerlendirebilirsen sesinin peşine takılıp yeni ülkeler keşfeden bir gezgin gibi keyifli bir yolculuğa çıkarsın.
fark edemezsen, sürekli kendini başkalarıyla kıyaslayıp kıskanarak yaşamını cehenneme çevirirsin.
Çok sevdiğin yazarlardan ayrılıyorsan, onlar gibi kendi sesinin peşine düştüğün içindir; hala birilerine benziyorsan bu yolculuk henüz başlamamış demektir…”
Yukarıdaki satırlar, içinde benim de kendime dair pek çok şey bulduğum İnegöllü yazar Cemil Kavukçu’nun “Örümcek Kapanı” isimli yeni kitabında dile getirdiği “Yazma Sıkıntısı” başlıklı öyküsünden.
Cemil Kavukçu’nun edebiyat dünyasına kazandırdığı pek çok kitabı çeşitli ödüllerle taçlanırken bu son çalışması Erdal Öz ödülüne layık görüldü.
Kavukçu’yla ilgili olarak yapılan şu yoruma bayıldım:
“Yalnız, mahsun, kırgın insanların hikayelerini anlatır bol bol bira ve sigara tüketen kırık insanlardır Cemil Kavukçu’nun öykü kahramanları. Hatta bir öyküsünde Sirkeci Tren İstasyonu’nda dilencilik yapan yaşlı, topal bir adama bırakır sözü.”
Uzun zamandır öykü okumamıştım.
Cemil Kavukçu’nun Örümcek Kapanı da otobüste, dolmuşta, metroda sizi yaşamın varacağınız yere ulaşmayı beklerken getirdiği sıkıntılı dakikalarından alıp, yıllar öncesinden gök yüzünde asılı kalmış buruk sedaları yeniden seslendirip, dinletecek kadar maharetli.
Alıp okumanızı öneririm.