Yazarlar

Yeni yıla girerken

post-img
Kayhan'daki Çiçek Kuruyemiş'ten yapardı alışverişini babam. Fındığını, bademini, leblebisini, tuzlu fıstığını, kabak çekirdeğini, hepsini birden alıp, karıştırtır ve yeni yılı karşılayacağımız akşamlarda bir bardağın içine boşaltarak 6'ya bölerdi sofra örtüsünün üzerinde. Dört çocuk ve anne babadan oluşan çekirdek ailemizde hak geçsin istemezdi. Sonra aramızdan birinin arkasına dönmesini ister ve sorardı: "Bu kimin?" -Senin. "Bu kimin?" -Annemin. "Bu kimin?" -Şahin'in. Böylece devam ederdi paylaşım... Portakal kokusunu hatırlıyorum. Bolca portakal alırdı yeni yıl akşamlarında. Çok da güzel soyardı rahmetli... Önce üstünden bir bölümü alır, sonra dünya üzerindeki meridyenler gibi dilimlere ayırırdı kabuğunu. Her halde muz çok pahalıydı o yıllarda. Sadece kişi başı birer tane düşerdi. En küçük dayım Mustafa Ekmekçi henüz teğmendi o sırada. O vakitler evlenmemişti. Dışarıda epeyce içip ablasına yani, anneme geldiği akşam hayli sarhoştu. Sobanın yanına, yere oturmuşlardı. Rahmetli emekli savcı İsmail Topkaya'nın kızı Nezahat yengeme fena halde vurulmuştu dayım. "Bana o kızı alacaksınız" diyerek, oturduğumuz o eski Rum evinin kerpiç duvarına yumruğunu vurduğunda duvar içeri doğru göçmüştü! Sonra ertesi gün sanki kendini affettirmek istercesine elinde dört beş kilo muzla geldi Mustafa dayım. O akşam yaşamımda ilk defa muza doydum! Tombala oyunu yeni yıl akşamlarının vaz geçilmez geleneğiydi. Televizyonların henüz siyah beyaz yayın yaptığı senelerde Mustafa Kandıralı'nın çaldığı klarnet en büyük neşemizdi. Çok ama çok mutluyduk hepimiz... Pek fazla şeyimiz yoktu ama çok mutluyduk işte... Çoraplarımızın topukları nedense çabucak erirdi. Yamardı annem oraları. Olsun, yamalı çoraplarla da çok mutluyduk. Şimdilerde dilediğimiz kadar muz edinebiliyoruz, dolaplarımızda satın alınıp da henüz ambalajı açılmamış çoraplar dolu, çerezler de bardakla ölçülmüyor ancak, nedense o günlerdeki kadar mutlu değiliz hiç birimiz artık?!. Çok mu yaşadık, çok mu gördük ne?!. Senelerce dışarıda, şehir dışındaki mekanlarda kutladık yeni yılın gelişini. Dans, müzik, eğlence, hepsini ziyadesiyle yaptık. Evde arkadaşlarla partiler, dışarıda ateş ve şarap eşliğinde karşılamalar... Şimdilerdeyse evde PTT yani, pijama, terlik, telefon çok daha iyi geliyor. Üç metreye yakın yapay bir çam ağacım vardı, yanında bin bir türlü ışık veren lambalarıyla birlikte... Önceki hafta iki engelli çocuğu olan komşu bir aileye verdim, "alın bundan sonra siz kullanın" diye... Kurmuşlar. Çocukların sevinci benim mutluluğum oldu. 2020 yılının en güzel olayıysa bana göre Ayasofya'nın ibadete açılmasıydı. Bazıları anlamakta güçlük çekiyor ama bu mesele tam manasıyla bir "hükümranlık" meselesidir! Dünyadaki tüm küçük devletler aslında kendisinden daha güçlü bir devletin hakimiyetinde ilerler. Geçmişte nasıl Osmanlı sahibi olduğu ecnebi bölgelerini birer vali atayarak idare ettiyse, bugün de bu gerçek varlığını sürdürmektedir. İşin aslı Türkiye İngiltere hükümranlığında kurulmuş bir ülkedir. İngilizler sonradan bazı haklarını Amerika'ya devrettiler! Tüm bu gerçekler sokaktaki vatandaşın bilmediği, arka planda yapılan anlaşmaların bir sonucudur. Bu gün nasıl Azerbaycan'ın hamiliği tekrar Türkiye'nin eline geçtiyse, devletimiz Libya'daki geçmişten gelen haklarının peşindeyse, tüm dünyadaki durum da aynen böyledir. İşte Ayasofya da böyle bir semboldür! Yeniden dirilişimizin simgesidir. Kutlu geleceğimizin bir nişanesidir. Bağımsızlığımızın işaretidir! Yapanlardan, açanlardan razıyım; bu günleri gösterdikleri için duacıyım. Girdik yeni yıla... Bu senenin en güzel olayı da benim için yeni bir şey öğrenmek oldu... Bunu da devlet arşivlerini sürekli tarayan meslektaşım Murat Altınseren'e borçluyum. O'nun sayesinde enteresan yeni bir şey öğrendim. Bir Osmanlı magaziniydi Murat'ın benimle paylaştığı bilgi! Yeşil Türbe'nin kapısından girmeden önce bahçede sola doğru ilerlediğinizde mermer kaidesi olan bir mezarla karşılaşırsınız... Kim mi yatar orada? Fatih Sultan Mehmet'in veziri Mahmut Paşa'nın oğlu Süleyman. Mahmut Paşa, hani o İstanbul'da kapalı çarşıda hanı bulunan, bir semte de ismi verilmiş meşhur zat. Kurduğu vakfın o kadar çok yatırımı var ki mesela Bursa'daki Fidan Han'ı da Mahmut Paşa yaptırıyor. Fatih'in bir de oğlu var; Şehzade Mustafa. Mustafa genç, yakışıklı, zıpkın gibi bir delikanlı... Gelibolulu Mustafa Ali, "Künhur Ahbar" adlı eserinde 1473 yılında Uzun Hasan'a karşı sefere çıkan Mahmut Paşa'nın birkaç günlük yokluğunda ikinci eşinin Fatih sonrası tahtın en güçlü adayı olarak bilinen, iyi bir asker ve halk tarafından sevilen bir kişi olan Şehzade Mustafa'yla bir gece evinde birlikte olduğunu; bunu duyan sadrazamın derhal eşinden boşanıp, Mustafa'yı da zehirleterek öldürdüğü; II. Mehmet'inse oğlunu öldüren sadrazamını idam ettirdiğinden bahseder. Meali, "Hürname" adlı eserinde Mustafa'nın ölüm döşeğindeyken Lalası "Ahmed Bey"i çağırıp, "ölümünden Veli Mahmud Paşa'nın sorumlu olduğunu ve intikamının alınmasını" vasiyet ettiğini yazar. Vay anasını! Düşünsenize, Fatih'in oğlu Vezir-i Azam'ın karısına yürüyor! Tarihin çok enteresan bir dönüm noktası! Belki tahta Mustafa çıksaydı her şey daha farklı olacaktı! Bursa bu yönüyle de çok farlı bir kent. Tahtta iktidar değiştikçe eski padişahın haremindeki kadınlar ya evlendirilip ya da bekar olarak Bursa'ya gönderiliyor. İşte, Şehzade Mustafa'nın zehirlenmesi hadisesinin faili olarak idam edilen Veli Mahmut Paşa'nın oğlu Süleyman da kentimize sürgün edilen insanlardan biri. Burada babasının vakfettiği han ve imaretlerin işleriyle uğraşıyor. Çok sevilen, sayılan biri olarak tamamlıyor hayatını... Ve sonuçta Yeşil Türbe'nin avlusuna defnediliyor. Ve biliyor musunuz, o günlerde ne domates ne de patates yoktu! Bu iki sebze aradan yüzyıllar geçtikten sonra, Amerika'nın keşfiyle birlikte girecekti bu coğrafyada yaşayan insanların hayatına. Ne Fatih Sultan Mehmet ne de Mahmut Paşa şöyle salçalı bir tas kebap, ekşili patates yemeği olsun yiyemedi hayatlarında! Bizler de çocukken her zaman şöyle dilediğimizce muz, karışık çerez yiyemedik; ancak, mutluyduk işte. Şimdi her şeye sahibiz fakat mutsuzuz. Yokluktan değil, varlıktan dolayı mutsuzuz! İkinci dünya savaşı yıllarında Avrupa'da pek çok kadının sadece tek bir yumurta karşılığında bedenlerini sattığını biliyorum. Acaba çok bulup azdık mı ne dersiniz?

Diğer Haberler