Geçen gün sevgili validem aradı telefonla:
“Oğlum, sigarayı bıraktığın zaman eda etmek üzere bir kurban adamıştım. Artık zamanı geldi. Yarın saat 4’te Emirsultan Hazretlerinin makamında ol.”
Daha “Anne, yapma, etme, yakma hayvanın canını” demeye kalmadan kesin karar tebliğ edilmişti bile:
“Sen işin orasına karışma! Yarın o vakitte orada olabiliyor musun bana onu söyle!”
. . . . . .
Gittik…
Ha! validemin sigara denen illete veda edişimin sene-i devriyesini görmeden(!) bu işe kalkışmadığına da dikkatinizi çekerim bu arada. Son derece akıllı ve garantici kadındır. “Ne olur ne olmaz; bizim oğlan 3-5 ay sonra çark edebilir” diye düşünmüş olmalı belli ki!
Seremoni sonrasında görevliye teşekkür edip dışarı çıktıktan sonra “Anne” dedim, “hadi gel, hazır buradayken Zeki Müren’i de ziyaret edelim, ne dersin?”
“Ah oğlum” diye yanıtladı, “Ben de sana aynı şeyi söyleyecektim fakat aklımdan çıkıvermiş işte. Ama önce Emirsultan Hazretlerine bir uğrayalım.”
Uğradık…
Annem, ömrü uzun olsun; dinine diyanetine çok bağlı bir insandır.
Dokuz yaşında başladığı namazını bu güne dek aksattığını ben hiç görmedim.
Zeki Müren’i de çok ama çok sever. Sanatına, sanatçı kişiliğine oldum olası hayrandır sanat güneşinin.
Rahmetli babamın sadece 18 ay kaldıktan sonra, “ben bu kadar çok çalışmayla memleketimde de çoluk çocuğumu gül gibi geçindirebilirim ve hiç değilse gurbet çekmem” diyerek 1965’te kesin dönüş yaptığı Almanya’dan getirdiği Schaub Lorenz marka radyodan gün boyu etrafa yayılan Türk müziği nağmeleriyle büyüdük dört kardeş biz.
Annem de çok güzel söyler.
Ama yabancı hiç kimsenin yanında söylemez; bir başladı mı muhteşem ezgilerle billur ırmaklar gibi çağlayan o güzel sesinin başka biri tarafından işitilmesi haram olur diye düşünür!
Öyle inanmış.
. . . . . . .
Zeki Müren’e bir “fatiha” hediye ettikten sonra yakın mezarlar arasında gezinerek etrafa bakınmaya başladı annem.
“Neye bakıyosun” diye sorunca da “Oğlum” dedi, “biz buraya arkadaşlarla daha önce gelmiştik. Şuralarda bir muhterem yatıyordu. Yanında yüksek sesle “Allah-Allah-Allah” deyince de mezar sallanmaya başlıyordu”!
Güldüm!
“Anne” dedim, “sen ne söylersen söyle hiçbir mezar öyle, bir sözcükle sallanmaz. Masallarda olur o işler! Mutlaka o mezarın çevresinde, toprak altında gerçekleşen bir çöküntü vardır. Yer üstünde incecik kalan tabaka da insanın bedensel titreşimleri nedeniyle harekete geçiyor olabilir. Bir daha sakın bazı fikirsiz kadınların dolduruşuyla gitme oraya. Maazallah topluca çökersiniz yeraltına da sesinizi kimseler duymaz vallahi!..”
O da güldü… Hak verdi.
. . . . . .
Gezerken, Emirsultan’ın en yakınına defnedilmiş kişilere ait mermerden, el işi oyma mezar taşlarının muhteşem zenginliklerinden söz ettik biraz. Annem hep Emirsultan Mezarlığı’na defnedilmek istemiştir. İnsanların ayağa kalkacaklarına inandığı kıyamet günü Emirsultan’la birlikte yürümek, çok mübarek bildiği Emirsultan’dan şefaat dilemek istemiştir hep. Hazır oradayken, mezarlık fiyatlarından da bahsettim ona; parası olanların öte dünyada da avantajlı konuma geçtiklerini, fakir fukaranın, garip gurabanınsa işinin yine zor olduğunu anlattım gülerek.
Ama daha çok, dünyadayken her türlü işi işleyip de sahip oldukları paralarla Emirsultan’ın hemen dibinden mezar yeri satın alan bazı varsıl insanların, dokuz yaşından beri dini vecibelerini hiç aksatmadan yerine getirmiş olan kendisinden daha avantajlı pozisyona geçmeye çalıştıklarını anlayınca Sıtkı sıyrıldı sevgili validemin, kıyameti orada, “onlarla” birlikte beklemek fikrinden!
Hele hele benim Emirsultan’ın ta yanı başında yatan bazı meftaları tek tek göstererek, “Bak annem, şu kişi Bursa’nın anahtarını Yunan’a teslim edenlerin soyundan, şu kişi Bursalıları soyup soğana çevirenlerin sülalesinden, şu kişiler Haramigiller’den, şu zat Tırtıkoğulları’ndan” diye anlatmamın ardından, kıyamet günü hep birlikte tertemiz atalarımızla birlikte Keles Mezarlığı’ndan kalkma konusunda kesin kararımızı vermiş olduk!..
. . . . . .
Kıvançla söylüyorum, kıymetli validem 80’ine merdiven dayadıktan sonra tavla oynamayı öğrendi ve şu sıralar karşısında ben hariç, aileden hiç kimse duramıyor!
Ama daha ötesi bundan 3 ay önce, “bana da bir lap top alalım” diye başladığı bilgisayar ve internet macerası sonucu, sanal alemde de pek kimse dayanamıyor tavla sitelerinde kendisine!..
Yaşamı boyunca daktilo tuşuna bile basmamış hatun, torunlarıyla kıtalar arasından online görüntülü konuşmalar yapmakta, memlekette olup bitenleri her gün oradan takip etmekte, “Mürüvvet Hanım” ismiyle Facebook’ta cirit atmaktadır artık!
Yaşamı boyunca ne sağcı ne de bir dinci partiye asla oy vermemiştir; yüzde 98’inin Müslüman olduğu bu ülkede yaşayan yüzde 100 Müslüman hürmetli validem. Atatürk sevdalısıdır.
O gün, agazete’de yeniden günlük yazılar kaleme alacağımı paylaşınca çok sevindi ve hayır dua ederek kendi lisanıyla şöyle uyardı beni:
“Aman oğlum… Bunların Ankara’da duranlarının dini, imanı, insafı hiç yok! Baksana… Mustafa Balbay nice sonra evlenip 2 çocuk yaptı… Şimdi çocuklarını bile göremiyor o değerli insan, evlatları ona, o evlatlarına hasret. En kıymetli paşalarımız hapislerde çürüyor. Aman dikkatli yaz yavrum artık; yine en iyisini sen bilirsin ama pek ilişme bunlara!..”
Aynı annem, tam bu yazıyı kaleme aldığım sırada az önce Facebook’tan şu mesajı yollamış bana:
“Canım oğlum, tekrar hayırlı olsun. Allah yardımcın olsun, korusun; doğruluktan ayırmasın!..”
İşte, evlat kaygısı…
Dili başka söyler ama aslında özü belli:
“Allah doğruluktan ayırmasın!..”
Yeniden merhaba, sevgili agazete okurları; kaldığımız yerden devam, hiç şüpheniz olmasın!..
AGazete-BURSA