Ünlü Türk şairi Gevheri’yi bilir misiniz, hiç duydunuz mu adını?
17 ve 18’nci asırların arasında yaşamıştır.
Hem aruz, hem de hece ölçüsüne göre pek çok şiir yazmıştır.
Yaşamı boyunca notalarla da ilgilenmiş, Türk halk müziğinde kendi adını taşıyan bir “makam”da yaratılmıştır.
Bursa’da divan katipliği de yapmıştır Gevheri.
Tahtakale’deki pek kimselerin farkında olmadığı eski eserler kütüphanesinde çok sayıda cönkleri vardır Gevheri’nin.
Cönk ne mi?
Cönk, genellikle dikey olarak aşağıdan yukarıya doğru açılan, halk arasında “dana dili” ya da “sığır dili” gibi adlarla anılan, içerisinde aşık veya divan şiirlerinden örneklerin bulunduğu küçük not defterlerine verilen addır.
Halk edebiyatında bunlara “supara” da denilir.
İşte çapkın ozan Gevheri’den bazı dizeler size:
Bugün ben bir bağa girdim
Ne bağ duydu ne bağbancı
Gülün şeftalisi derdim
Ne bağ duydu ne bağbancı
Bağın duvarından aştım
Kırmızı gülüne koştum
Öptüm sardım helallaştım
Ne bağ duydu ne bağbancı
Bağın kapısını açtım
Sanasın cennete düştüm
Doldurdum badesin içtim
Ne bağ duydu ne bağbancı
Seherin tan yeri attı
Bülbül elvan elvan öttü
Gevheri yükünü tuttu
Ne bağ duydu ne bağbancı
Aynen böyle, Türk halk müziği divanında bestelenmiş pek çok şiiri vardır merhum Aşık Gevheri’nin.
Bir de “Dağlara gel” isimli bir güftesi daha vardır “Grup Yorum” tarafından bestelenen.
Memlekette vatan haini ve orostopol çok.
Doğu ve Güneydoğu’da uzun yıllar görev yapan özel harekatçı bir dostumdan dinlemiştim bundan yıllar önce.
Telsiz frekanslarını mandallayan PKK’lılar akıllarınca Türk güvenlik güçlerinin morallerini bozmak için Aşık Gevheri tarafından yazılan şu parçanın Grup Yorum’dan bestesini dinletiyorlarmış bizim tarafa:
“Başına bir hal gelirse
Dağlara gel dağlara
Seni saklar vermez ele
Dağlara gel dağlara
Bu canım aşka düşeli
Aşk odu ile pişeli
Yeşil dağlar menekşeli
Dağlara gel dağlara
Gevheri düştüm dillere
Diyar-ı gurbet ellere
Billahi vermem ellere
Dağlara gel dağlara.”
Tabii, insanoğlu onca acı arasında yaşamda tutunacak esprileri de üretiyor bu arada gördüğünüz gibi.
Türkiye Polis Radyosu Sivas, Kangal yöresine ait şu anonim türküyle karşılık veriyor “dağlara gel” çağrısına:
“Dağlar seni delik delik delerim
Kalbur alıp toprağını elerim
Sen bir kara koyun, ben de bir kuzu
Sen döndükçe ardın sıra melerim!..”
Benzer bir şey, İngilizlere emanet ettiğimiz ancak onların da adadaki eski Roma kalıntılarını(Rumlar) kullanarak el koydukları Kıbrıs’a 1974’ta yaptığımız askeri harekat öncesinde de yaşandı.
Hikayesi ünlüdür.
Çok daha önce, 1968’de yola çıkarılan ancak Amerika’nın “höyt” demesi, İsmet İnönü’nün korkaklığıyla geri döndürülen gemilerimizi bildiklerinden şımardıkça şımaran Rumlar, Kıbrıs’taki mücahitlerimize Stelios Kazantzidis’in sesinden,Yesari Asım Ersoy’un Nihavent makamındaki şu parçasını dinletirlermiş radyolarından:
“Bekledim de gelmedin
Sevdiğimi bilmedin
Gözyaşımı silmedin
Hiç mi beni sevmedin
Bir öpücük ver bana
Yalvarıyorum sana
Beni kucaklasana
Kollarına alsana!..”
Çok severim Ümit Yaşar Oğuzcan’ın şiirlerini.
Basit, sıcak ve nettirler.
Verilen mesaj açıktır.
Rüştü Şardağ’ın “Rast” makamındaki bu bestesini en çok Zekimizden dinlemeyi severim.
Gıprıs “Bayrak Radyosu’ndan” da şu şarkıyla yanıt verirlermiş bizimkiler Rumlara:
“Bu kadar yürekten çağırma beni
Bir gece ansızın gelebilirim
Beni bekliyorsan, uyumamışsan
Sevinçten kapında ölebilirim
Belki de hayata yeni başlarım
İçimde küllenen kor alevlenir
Bakarsın hiç gitmem kölen olurum
Belki de seversin beni kim bilir
Kal dersen, dağlarca severim seni
Bir deniz olurum ayaklarında
Aşk bu özleyiş bu, hiç belli olmaz
Kalbim duruverir dudaklarında.
Ya da unuturum kim olduğumu
Hatırlamam belki adımı bile
Belki de çıldırır, deli olurum
Sana kavuşmanın heyecanıyla
Aşk bu, bilinir mi nereye varır
Ne durdurur özleyeni, seveni
Bakarsın ansızın gelebilirim
Bu kadar yürekten çağırma beni.”
Rast makamında, Nim Sofyan usülünde bestelenen bu parçanın Bayrak Radyosu’nda yayınlanmasının ardından 1974’ün 19 Temmuz’u, 20 Temmuz’a bağlayan o kutlu saatlerinde kahraman Mehmetçik bir gece ansızın gelmiş ve ana vatanın bağrından kopma Kıbrısımız'ın en azından bir bölümünü 500 yıllık hak sahibine elden teslim edivermiştir.
Türk müziğinde tam 16 basit makam vardır.
Bunlardan biri Rast’tır.
Rast makamına durak sesinden başlanır, durakta veya güçlüde asma karar yapılır, sonra tizdeki dörtlüsünde de gezinildikten sonra durak sesi olan Sol notasıyla nihai karar verilir.
Çıkıcı bir makamdır Rast, durağı “Sol” sesi, güçlüsü beşinci derecesindeki “Re” sesidir.
Biraz da Rast gibidir Türk milletinin hareket tarzı da.
Bir kenara not alınan “başa çuval geçirmeler”, “Guam adalarında eğitilen Kürtler” filan günü gelir, “rast makamında” bestelenerek şarkıları okunur!
Ünlü Türk fiozof ve bilim adamı Farabi`ye göre bu makam insana neşe ve huzur duygusuverir.
Farabi kim mi?
Doğru, yeni nesil bilmez, okutulmuyor mekteplerde artık Felsefe ve Mantık dersleri.
Hem şimdiki gençler okumak yerine cep telefonları marifetiyle sosyal medyadan yazmayı ve fotoğraf paylaşmayı seviyorlar.
Türkistan’ın, Farab şehrinde doğdu Farabi.
Arapça, Farsça, Grekçe ve Latince’yi çok iyi öğrenerek, Aristo ve Eflatun’un eserleri üzerinde çalıştı yaşamı boyunca.
Yüzyıllar boyunca karanlıklar içinde kalan batı Aristo’yu onun eserlerinden yeniden hatırladı, tanıdı ve anladı.
Felsefe, bilim ve matematiğin yanında bir musiki üstadıydı Farabimiz.
Bildiğimiz bu günkü “kanunu” o icat etti!
Adına “rübab” denilen müzik aletini de o geliştirip bu günkü haline soktu.
Dilimiz, tarihimiz, diğer kültürel değerlerimiz kadar “musiki mirasımız” da hazineler kadar zengindir bizim.
Hammamizade İsmail Dede Efendi’nin bestelediği “Yine bir Gülnihal” isimli eseri de Rast makamında kurulmuştur mesela:
“Yine bir gül-nihâl aldı bu gönlümü
Sîm-ten gonca-fembî-bedel ol güzel
Âteşîn ruhleri yaktı bu gönlümü
Pür-edâ pür-cefâ pek küçük pek güzel
Görmedim kimsede böyle bir dil-rübâ
Böyle kaş böyle göz böyle el böyle yüz
Âşıkın bağrını üzmeye göz süzer
El’aman pek yaman her zaman ol güzel”
16’ncı yüzyılın Fransa’sında “Vals” ismini taşıyan bir müzik ritmi ortaya çıkar ve Osmanlı sarayına gelen küstah bir müzisyen Dede Efendi’ye kibirli bir tavırla sorar, “sizde böyle makamlar var mıdır” diye?!.
Fransız bestecinin kemanından kısa bir örnek dinleyen Dede Efendi, “Durun” der, “arşivde olacak bir benzeri” ve yerinden kalkıp sözde o parşömeni getirmeye gider.
Oysa bu usülde bestelenmiş bir Türk müziği yoktur henüz!
Ancak o müthiş müzik zenginliğinin içinde adına “vals” denilen ritm damla hükmünde bile değildir.
Rivayete göre gidiş geliş arasında yolda bestelenivermiştir Dede Efendimiz tarafından!
Bilinen ilk Türk tangosudur Gülnihal.
İster misiniz bin değil, on binlerce yıldır öz Türk yurdu olan ancak, yine sinsi İngilizler tarafından elimizden alınıp Siyonist uşağı beyaz Kürtlere verilmiş Musul ve Kerkük’e bu kez de “Yine bir Gülnihal” parçası eşliğinde girelim hep birlikte vals yaparak.
“Görmedim kimsede böyle bir dil-rübâ
Böyle kaş, böyle göz, böyle el, böyle yüz
Âteşîn ruhleri yaktı bu gönlümü
Pür-edâ pür-cefâ pek küçük pek güzel”