Bundan en az on yıl önce sıcak mı sıcak bir Temmuz ayının insanı bunaltan yalazında, Odunluk Mahallesi’ndeki alışveriş merkezinin otoparkında arkasından gördüm O’nu uzun bir aradan sonra ilkin…
Üzerinde yeşil bir parka vardı ve yağdan vıcık vıcık olmuş koyu kestane renkli saçları güneş ışınlarından dolayı ayna gibi parlıyordu…
“Bu havada bu parkayı kim giyer ki” dedim içimden…
Kışın bile kullanılsa insanın bedenini fırına çevirecek türden tüylü ve kalın bir gocuktu bu…
(Bu arada sevgili okur, bu yazıyı kaleme alacağım ama ellerim iki gündür klavyeye gitmiyor, gidemiyor bir türlü!.. Bazı sinir uçlarına dokunacağım bu kez yine; hem bireysel hem de toplumsal, şimdiden açık açık söyleyeyim… Sen bile “duygu durum bozukluğuna” kapılıp, manik depresif hale gelebilirsin, haberin olsun!.. Ona göre, ya git, ya kal ya da uyumaya devam et!..)
Arkasından arabayla yaklaştıkça saçından, başından, yürüyüşünden “Tanıyorum bu bedeni” algısı oluştu bende…
Sağ elinde uzunca bir ekmek vardı…
Bir yandan artık iyice eskimiş ayakkabılarını yere sürterek yavaş yavaş ilerlerken, öte yandan da o yavan ekmekten parçalar kopararak ağzına atıyordu…
Üst çenedeki köpek dişleri hariç, çiğneyecek hiçbir uzvu kalmadığını sonra öğrenecektim.
Onun için de damağıyla önce ıslatıp yumuşatarak öyle yutuyordu yemeğini…
Yanında durdum…
Sol pencereyi açıp, “Can sen misin” diyebildim bakımsızlıktan dolayı avurtları çökmüş, yüzünü bir karış sakal kaplamış o meczup görünümlü adama?
Gözleri ışıldadı beni farkedince…
Yolcu koltuğuna oturur oturmaz başladı anlatmaya:
“Karısı ya da kim bilir sevgilisi O’nu terk etmiş, evlerindeki eşyaları da alıp gitmişti” söylediğine göre!..
“En çok da lambalı müzik setini ve 2 bin adet Caz CD’sini götürmesine” içerlemişti…
Tam 2 bin CD’yi dolduracak Caz bestesi yapıldı mı bu dünyada bilemedim?
Sokaklarda kalmıştı…
“Ciddi ciddi intiharı düşünüyor, bu dünyaya ilişkin ne alacak ne de verecek hiçbir şeyi kalmadığını” anlatıyordu!
Akşamları avukat bir arkadaşının Uluyol’daki ofisinde bulunan panzot koltuk takımının üstünde yatıyor, iş hanında havanın soğuk olduğu ayların akşamlarında kaloriferleri erken kapattıkları için, üzerindeki parkasını örtünüp öyle uyuyordu…
Avukat arkadaşı 2 milyona bir mülk satacak, 100 bin lirasını da O’na hibe edecekti sözde!..
Kendi kurduğu hayal dünyasında yaşıyordu Can…
Gündüz düşleri kurarak, Kale içindeki iki katlı, çocukluk yıllarını duyumsadığı evde geçiriyordu tüm zamanını…
Bahçedeki çiçek açmış erik ağacına çıkıyor, oradan bazen pencereden kendisine bakan annesine doğru kelebekler uçuyor, kimi vakit de bir sepete meyvesinden toplayarak, komşularına dağıtıyordu…
Dedesi Hüsnü Ortaç bazen keman çalardı, bazen piyano, bazen klarnet, bazen de saz!..
İpek mendil taşır, esans kokardı…
Bir sürü orkestra kurmuştu bu şehirde sözde ama adı sanı pek kayıtlı değildi belletenlerde…
Eşi öldükten sonra kendisine yeni bir hatun bulup, İstanbul’a taşınmasına çok içerlemişti ailesi…
Ha bu arada, geçmişine dair hiçbir iz, çocukluğunu ve ebeveynlerinin cansız hayallerini yansıtan neredeyse hiçbir fotoğraf kalmamıştı geriye!..
Söylediğine göre, “bir yerlerde unutmuştu” sürekli yanında taşıdığı poşeti!
“Üstün zekalı” olduğuna inanırdı…
Muradiye Devlet Hastanesi’ne doğuma giden annesi Can’ın kafasının büyük oluşundan dolayı bunu başaramamış, Bursa’da ilk sezaryen ameliyatı ona yapılmıştı!..
Kadın sonra komaya girince de dedesi Hüsnü Ortaç imdada yetişmiş, yoğun bakım odasına getirdiği bir gramafonda dünyanın en iyi tenoru sayılan İtalyan Mario Lanza parçaları dinleterek Müzeyyen Hanım’ı tekrar yaşama döndürmüştü!..
Ne kadar Fantastik değil mi?
Türk filmi gibiydi yaşamı!
Napoliten seviyorlar ailecek!
Alice harikalar diyarında!
Can Ertan, avukat arkadaşı tarafından kendisine verilecek parayla Kıbrıs’ta “iddia” oynayıp, köşeyi dönecekti aklınca!..
O sıra kurabildiği tek hayal buydu…
Hoş, kullandığı bilgisayarı da bu arkadaşı almış ancak taksitlerini ödeyemeyince bürosuna haciz gelmişti!
Kötü kokuyordu…
Sanki hem kendisi hem de giysileri yıllardan beri hiç yıkanmamış gibiydi!..
Evsizlerin tüm izleri vardı üzerinde…
Aracın dört camını birden açtım ve belli etmemeye çalışarak burnumu sol pencereye doğru yaklaştırdım ama ne fayda!..
Big Bang’ın ardından milyarlarca yıl sonra bile uzayın hala kükürt ve yanık kokması gibi, o berbat ıtır Can’a sakız gibi yapışmış vaziyette etrafa panik duygusu saçıyordu!..
“Neden yıkanmıyorsun” diye sordum?
“Su ve elektrik kesik” dedi, “aparmana gidemiyorum. İşte onun için de arkadaşımın bürosunda yatıyorum”!..
“Hadi kalk” diye yanıtladım O’nu…
Su ve elektrik faturalarını ödedik…
Fakat o eve bir daha hiç gidemeyeceğini de düşünemezdim o sıra çünkü, kim bilir kaç aydır kirasını ödemiyordu ve konut sahibi de gece gündüz genellikle kapıda bekliyordu Can Ertan’ı “belki kıstırırım” diye!..
Ana, baba yoktu; kardeş, amca, teyze, hala filan da…
Kuzenleri vardı ama onlarla da uzun yıllardır hiç görüşmüyordu.
İlkin gündüzleri Kent Meydanı’ndaki Starbucks’a gidiyordu çünkü orada hem İnternet bedavaydı, hem de bir şey yiyip içmek zorunlu değildi diğer şubeleri gibi…
Şirketin sahibi öğrenciliğinde sırf bu yüzden büyük sıkıntı çekmiş ve kafe zincirinde yiyip içme mecburiyetini tamamen kaldırmıştı…
Elindeki küçük ekran eski bilgisayarıyla oradaki bir masaya oturuyor, tezgahtan aldığı bedava sıcak suyun içine bolca yine ücretiz olan şekerden dökerek onunla kahvaltısını yapıyordu!..
O sıra hayatındaki belli başlı figürler Ahmet Atalay, Halil Yüklenir ve Sürmeli Karabulut’tu…
Kafedeki bir-iki çalışan çocuğu da es geçmemek lazım…
Artık atılacak kıvama gelmiş tiramisuları, yaş pastaları çaktırmadan tezgah altından bazen buna veriyorlar, o dönemde kendine en büyük ziyafeti onlarla çekiyordu…
Daha sonra karnı acıkınca da örneğin Sürmeli’yi arıyor, “Gel bana bir çorba ısmarla” diyordu!..
Lakin, sürekli yaşadığı bir sorun vardı!..
Etrafa yaydığı amansız kötü kokudan dolayı çevresindeki masalara hiç kimse oturamıyordu!..
İşte onun için de dükkanın müdürü ortalama üç ayda bir modemin fişini çekerek İnternet’i kesiyordu!..
Bu durum, “Sen artık buradan git” demekti!
Can işte o zaman da pılıyı pırtıyı topluyor, bu kez de Carrefour’daki Starbucks’a gidiyordu gününü geçirmek için…
Hayatına gerçekten dokunan insanlar arasında Ali Arabacı, Salih Sincik, Ceyhun İrgil, Ertuğrul Yalçınbayır gibi isimler vardı…
Bazen O’nu evlerine davet ediyorlar; yemek ikram ettikten sonra kimi vakit de uyuması için bir oda açıyorlardı.
Can Ertan aile ortamını ancak oralarda yaşayabiliyordu…
Babası bir sabah tıraş olurken beyin kanamasından ötürü bu dünyadan göçüp gitmiş, ardından annesine de inme indikten sonra temelli yalnız kalmıştı hayatta…
Kader, uzun yıllar süren o yalnızlığı bir nebze olsun hafifletme görevini artık bana yüklemişti sanki…
Beraber yiyor, içiyor, geziyorduk…
Karşılaştığımız ilk hafta Demirtaş Paşa Hamamı’na götürüp, oranın iyi tellaklarından birine teslim ettim bunu…
Hamam sıcak geldiği için ben de soğuklukta kese olmayı seçtim o gün…
Arada “soluk almak” için çıktı hamamcı…
“Nasıl gidiyor” diye sordum?
“Sorma abi” dedi, “meslek hayatımın zirvesini yaşıyorum!.. Arkadaşınızdan 15’lik çivi uzunluğunda, serçe parmağım kalınlığında kir çıkıyor! Ben hayatım boyunca böyle şey görmedim, giderler tıkanacak vallahi!..”
Hamama en son çocukken babasıyla birlikte gitmiş…
“Bir de masaj yaptırayım da rahatlasın” diye talimat verdikten sonra görevlilere, havuzun etrafından dolanıp, aslan ağzına doğru kaçtı aniden!..
Sünnetçi korkusundan çatıya çıkan haylaz oğlanlar gibiydi…
Izbandut gibi iki tellak epeyce kovalayıp, az sonra kıstırdılar O’nu!..
Masaj tezgahında köpüklerin arasında kaybolurken, “İyiymiş be Memedim Alim” dedi büyük bir mutlulukla.
Artık her hafta birlikte gelip, kişisel bakımını orada yapacaktık.
Can’ın bakımsızlığı kendi alışkanlığından ötürüydü…
Mikrop kapmaktan çok korkar ancak bir türlü yıkanmazdı işte!
Sokak kedileri ve köpekler en büyük kabusuydu…
Küçükken oturdukları mahallede biri kuduz mu olmuş ne…
Hortlak görmüş gibi kaçardı hayvanlardan…
Böyle kapısının önünde kedi oturan kim bilir kaç lokantadan döndük geriye?!.
Uzun yıllar önce Sönmez Holding’in kuruluşlarından AS TV’de programlar filan yapmıştı…
Birkaç yıl süren bu maceradan başka hiçbir yerde çalışmışlığı yoktu zaten…
Orada da her zaman yaptıkları gibi maaşını en düşük seviyeden gösterip, sigorta priminden tasarruf etmeyi hedeflemişlerdi…
“Bak Can” dedim bir gün; “bunca aradan sonra senin piyasaya bir burnunun ucunu gösterip, ‘Ben buradayım’ demen lazım. İşte onun için de yenibursa.com’da yazmaya başla.”
Aklına yattı…
Lakin, hiç parası yoktu…
Ondan bundan, arada bir benden idare edip gidiyordu…
CHP’li politikacı Ahmet Memişoğulları’yla konuştuk bir gün…
“Yardım toplayalım b’olum” dedi, “bu durum böyle sürüp gitmez”.
Bi şeyler yaptık işte…
Sonra, yine Ahmet’le konuşurken aklımıza Bursa Haber Gazetesi geldi…
O sıra başında da Ahmet Kömbe vardı yayın organının…
Memişoğulları, “Ahmet seni de kırmaz beni de… Gidip görüşelim” dedi.
Ve ertesi gün Can Ertan’ı “yazar” olarak Haber’e yapıştırdık.
Artık bir kimliği vardı; çok da mutluydu…
“Ne iş yapıyorsun” diye soranlara, “Bursa Haber Gazetesi’nde köşe yazarıyım” yanıtını veriyordu!..
Yıllar yılları kovaladı ama gazetede hiç kimse Can’a para filan vermiyordu hala!..
Bu adam ne yer, ne içer, nerede barınır, Bursa’daki meslek örgütleri ve meslektaşlardan hiç birinin umurunda bile değildi…
Hiç kimse çıkıp gelerek bir simit, sıcak bir çay ısmarlamayı düşünmüyordu nedense?!.
Biri yazmış Facebook’a Can öldükten sonra, “Ülkü Pastanesi’nde bir salep olsun ısmarlayamadım” diye…
Ee ısmarlayaydın!
Elinden tutan mı vardı?
Daha durun, geleceğim oraya da…
Haber’den ayrılıp, alacağının peşine düşerek dava açtı Can Ertan…
Gittim orada lehine şahitlik yaptım.
Ancak bir şanssızlığı vardı Ertan’ın, o da İhsan Bölük gibi suya sabuna dokunmayı sevmeyen, duruma göre tavır alan birini daha şahit göstermesiydi ki, neredeyse Can’ın lehine olan hiçbir şeyi zikretmedi bu adam…
İşin en trajikomik yanıysa sözde Can’a sahip çıkıyor görüntüsü vermeye çalışan CHP Bursa İl Örgütü’nün yöneticisi, Avukat Turgut Özkan’ın çalışan yerine, patronun çıkarlarını gözetmesi ve hem partilisi hem de basın emekçisi birinin sömürülmesi için gayret göstermesiydi!
Bu karakter kendisine “solcu” diyen bir partiden yakında milletvekili listesine girmeye niyet ediyor, haberiniz olsun!
Günler günleri kovaladı ve ben çalıştığım Yeni Marmara Gazetesi’nin Yönetim Kurulu Başkanı Orhan Efe’nin adeta önüne yatıp, Can’ın durumunu anlattım…
O’nun mutlaka emekli olması, bunun için de kesinlikle sigortası olan bir işe girmesi gerekiyordu…
Sağ olsunlar, tuttukları altın olsun, Orhan ve oğlu Mustafa Efe, hiç gereksinimleri olmadığı halde Can’ı kadroya alarak çok büyük bir destek verdiler…
Ve altı yıl boyunca O’nu pamuklara sarıp onurlandırdılar; daha önce pek kimsenin varlığından bile haberdar olmadığı Can Ertan’ı, Bursa’ya tanıttılar…
Artık Can’ın hem sigortası, hem de kendisine fazlasıyla yetecek bir maaşı vardı.
Bir de ücretsiz “ulaşım kartı” çıkardım ben O’na, keyfine diyecek yoktu doğrusu!..
Bu arada “özel hayatlar” girdi devreye…
Çok fazla ayrıntıya girecek değilim elbette…
Defalarca uyardım, uyardık lakin, bu konuda da çok ciddi hatalar yaptı Can Ertan!..
İki karpuzu iki koltuğunun arasına sıkıştırıp taşımaya kalktı!
Hayatı boyunca hiçbir sorumluluğun altına elini sokmamış, o güne kadar doğru dürüst bir işte çalışmamış, dahası, bir karıncanın önüne bile bir parça ekmek koymamış, kişisel bakımını hep ihmal etmiş, daima önce kendini düşünen Can Ertan, yaşamını ucuz ve zahmetsiz yoldan çekip çevirme hayalini gerçekleştirmeye girişmişti!..
Oysa doğanın kendine özgü basit kuralları vardı…
Bir, emek vereceksin; iki, paylaşacaksın!..
“Rabbena, hep bana” demeyi seçti Can Ertan…
Arka arkaya yaptığı bariz hatalar nedeniyle ben de dahil etrafındaki insanları bir bir kaybetmeye başladı…
“Mahkemeden gelecek paranla sana Heykel’den bir çatı katı alalım; barınma sorunun hallolsun, yiyecek ekmeği her zaman buluruz” dediğimde verdiği yanıt yazarınızı son olarak çok incitmişti:
“Sen beni ne sanıyorsun? Ben Heykel’de oturacak adam mıyım?!. Bu saatten sonra İhsaniye’den başka yerde kalamam! Hem X bana bir ev alacak. Aklımla dalga geçme! Benim IQ’um 130’un üzerinde, her şeyi halletmeme yeter de artar bile! Bana akıl vermeye de kalkma artık!..”
IQ’su yeterdi belki ama ömrü yetmedi; öldü geçen gün Can!
Marmara Gazetesi’nden kendi isteğiyle, daha doğrusu bir “şeker atağı” nedeniyle sinirlenip, mantıksız bir şekilde yönetime çemkirdiği bir diyalog sonucu ayrıldı, ben biliyorum!
Bize yıllarca “filanca holdingde bölge müdürü” diye lanse ettiği ancak, şirketin muhasebe yardımcılığından başka bir iş yapmadığı daha sonra ortaya çıkan X’i alıp da ertesi gün oraya götürmeseydi eğer ve o kadın da bilmediği konular hakkında ahkam kesmeye kalkmasaydı belki de şu anda orada hala yazıyor olacaktı, kim bilir?!.
Buna rağmen hak ettiği tazminatlarının tamamını ödemeyi kabul etti Orhan Efe…
İşsizlik maaşından yararlanabilmesi için de O’nu sanki “kendisi çıkarmış” gibi işlem yapmaya da “tamam” dedi…
Ve bu paralar O’nun hesabına yatırılmaya başlandı…
Lakin, kimseye haber vermeden bankadan yüklüce kredi çekmişti.
Ben, “iddia oynayıp, kısa yoldan zengin olmak için” çektiğini ve kaybettiğini düşünüyorum…
Marmara tediyelerini yaptıkça banka da alacağına karşılık tahsilatı sürdürüyordu!
Orhan Efe’ye laf çarpıp, tekeden süt sağmaya çalışan bazı lavuklar dekontlarını görmüşler mi de konuşuyorlar öyle salak salak?!.
Valisinden belediye başkanlarına kadar arayan, hem tedavi gördüğü süreci, hem de ölümünden sonraki bürokratik işlemleri yöneten Orhan’ın kendisidir…
Durumdan rol çalmaya çalışan üç-beş kırık tipin goy goy yapmasıyla şimdiye dek hangi sorun çözülmüş bu dünyada?
Neye, kime hizmet etmişler bunlar?
Kime, ne faydaları olmuş?
Can’ın hayatında zerrece yer tutabilmişler mi?
“Bir ihtiyacın var mı” diye sormuşlar mı geçmişte?
Mesela cami avlusunda Orhan Efe'ye nezaketsizlik yapan CHP Nilüfer İlçe Başkanı Fırat Yılmaz, Can işsizken “Abi gel, şurada danışmanlığımızı yap” mı demiş?
You Tube’da görmüştüm; birileri sayfa açmış “Canlar ve Cancıklar” diye…
“Canlar izliyorlar, sakin ve medenice fikirlerini beyan ediyorlar, sonra da paylaşıyorlarmış” videoları…
“Cancıklarsa ahkam kesip yerli yersiz eleştirerek egolarını tatmin etmeye” girişiyorlarmış!..
Sosyal medyada yazarak kendilerine rol kapmaya çalışanların çoğu “cancık ağızlı”!..
Boş beleş konuşmaktan başka bir işe yaradıkları yok zaten!
“Işıklarla uyusunmuş, yıldızlar rehberi olsunmuş…”
Romantik olmaya çalışan kazmadır bunların çoğu!..
“Kelebekler insin yanağına, güneş öpücük kondursun dudağına, ışıklar yoldaşın olsun, seni sevmeyen vallahi ölsün!..”
Ulan ne ışığı be!
Toprağın altına gömüyolar ölünce insanı, toprağın altına!
Işık ne gezer orada?
Yılandan, çiyandan, kırkayaktan başka ne gezer aşağıda?
Kişiye göre değişmekle birlikte insan bedeni bakterilerin üremesi nedeniyle en geç bir hafta içinde göbeğinden yarılıp patlar biliyor musunuz?
“Gümm” diye hem de!..
Eskiden pamuk tıkarlardı, duyuyorum daha hesaplı diye oraya artık marangoz köpüğü boca ediyorlarmış şimdilerde!
Bekledikçe şişip tıkanıyor beden!..
İfrazat yapamayan vücut, S 400 gibi patlıyor sonuçta!..
Peki bu Çağdaş Gazeteciler Derneği’nin Bursa’daki tıfıl yöneticilerine ne demeli?
Ayşe Aygör’ün başkanlığı döneminde “Bir ihtiyacın var mı” diye sormak yerine, “aidat ödemediği” gerekçesiyle dernekten atmışlardı Can Ertan’ı!!!
Aykut Güngör de aynı gerekçeyle beni atmıştı…
Şimdi şu kadarcık utanıp sıkılmadan artık tamamen meyhaneye çevirdikleri dernek lokaline Can’ın cenazesini getirip tören yapıyor tıfıllar!..
Hele hele X hanımın oradaki tripleri neydi öyle ya?
Görenler sanacak ki, sanki “Can Ertan Orotoryosunu” yazmış da oradan bir tirad seslendiriyor!
Belli ki dersine akşamdan çok iyi çalışmış olmalı!
İnsanlarda çift karakter, ego tatmini, rol çalma merakı almış başını yürümüş kardeşim!
Necati Kartal’ı gördüm oralarda…
Sen 15 yıl hiç hak etmediğin halde Bursa Hakimiyet’in tepesinde bulundun…
Bir günden bir güne, bu gün yere göğe koymadığın Can Ertan’a “İşsiz misin, bir şeye ihtiyacın var mı” diye niye sormadın -Zooloji deyimiyle söylüyorum- Necati Kerkenez?
“Kardeşimden ileriydi, en az kardeşim kadar severdim” diye yazanların hiç biri yoktu mezarlıkta…
Orhan Efe’nin “oğul ballarından” Selçuk Efe ve ON TV çalışanı vefakar insan Murat Cılız gömdü resmen cenazeyi…
Bir Fatiha olsun okumayı bilemeyenlerse ilerideki taşın arkasına saklanmayı tercih ettiler “belki bize de kürek verirler” korkusuyla!..
Aç geldi, aç gitti Can Ertan!..
Mezarlıkta da bir şeyler yapındırıp duran Bayan X o kadar hönkürdemesine rağmen, belli ki uzun zamandır iki kap sıcak yemek götürmemişti evine…
Zaten kontrol edilmeyen bir “şeker hastalığı” da bulunan Can’sa, kan değerinin eksilmesi sonucu muhtemelen düşüp, beyin kanamasını bu yüzden yaşamıştı!..
Bir Can Ertan geldi bu dünyaya ve gitti…
Eğer yaşasaydı çok büyük ihtimalle ki, böbrekler iflas etmiş, karaciğer berbat, akciğerde soğuk algınlığı ve balgam, beyinde kanamasıyla hasarsız atlatamayacaktı bu durumu!..
Bayan X üç gün altını alabilir miydi gidip?
Hareketsizlik nedeniyle etleri dökülmeye başladığında çevirebilir miydi artık zayıflamış bedenini?
O’nunla salep içemediğine yanan Facebook evladı her gün bir tas tarhana çorbası yapıp getirerek Can Ertan’a içirebilir miydi yavaş yavaş ağzını sile sile?
“Işıklar içinde uyu” diyenlerin kaçı her ay elektrik ve üşümemesi için doğalgaz faturasını öderdi acaba?
Böylesi çok çok daha iyi oldu; bilinci kapalı vaziyette acı da çekmeden bu dünyadaki macerasını tamamladı Can…
Bizler gittikten sonra da yaşanacağı gibi yeryüzünün oksijeni ve gıdası yeni nesillere kaldı…
“Cancık ağızlılarsa” her zaman oldular, bundan sonra da olacaklar elbette!..
Can, çoklu organ yetmezliğinden ölmeden evvel emekli gazeteci İhsan Bölük aradı bir akşam…
Bir çırpıda son paragraflarda dile getirdiklerimi söyleyip, işi bir parça da espriye vurdurarak, bu haliyle gitse “kendisi için daha iyi olacağını, aksi takdirde çok acı çekeceğini” anlatmaya çalıştım…
Daha üçüncü cümlemi söyleyememiştim ki İhsan Bölük, “Kötü bir insansın abi sen” dedi!..
Önce, “Acaba şaka mı yapıyor” diye düşündüm?
Karşı taraftan “Seninle tüm ilişkilerimi kesiyorum” şeklinde bir yanıt gelince anladım durumun ciddiyetini!..
“Eyvallah” diyerek kapattım telefonu; sonra düşündüm:
İhsan Bölük’le zaten ne ilişkimiz vardı ki bizim?
Nuri abinin (Kolaylı) emir eri olarak çalıştı yıllar boyunca…
İşten çıkarılacaklara tebligatı o yapardı gazetede!
En son bundan 21 sene önce benimle de son ilişkisini kurmuş, telefonda “Abüü seni 15 gün zorunlu izne çıkardık” demişti yılışık bir edayla!..
Ne akar, ne kokar ne de bulaşırdı İhsan aynı eski eniştesi gibi!
Kimsenin aşına tuz olduğu görülmüş şey değildi bu güne dek…
Benle ilişkisi de “selam vermekten” ibaret kaldı yıllarca…
Hele hele Can’ın hayatında hiç ama hiç yoktu…
Bir günden bir güne işsiz mi, aç mı, bir ihtiyacı var mı diyerek arayıp sormamıştı…
Ancak şimdi O da karşısındakini “kötü adam” tam tersi, kendisini de “iyi adam” ilan ederek, hastanede can çekişmekte olan bir insandan kendi yaşanmışlık fakiri hayatına bir anlam, bir rol kapmaya çalışıyordu işte…
Geçmişte, yılların gazetecisi Niyazi Menteş’i de işten kovmak O’na düşmüş, adamcağız öldüğünde cebinden 5 lira para çıkmıştı…
Oysa İhsan, at kelebeğini başının alt kısmına takmış vaziyette Ağustos Böceği gibi habire ud çalıyor, şarkı çığırıyordu yıllardır.
Gökte uçar bölük bölük turnalar,
Hala utanmadan konuşuyor, “cancık ağızlı” zurnalar.
Yine su taşıyor kazanlarına kurnalar,
Yedikleri Can gibi kuru ekmek değil,
Kudüs’ten gelme ağır pahalı hurmalar!..
Bu dizeler Bursa basın camiasındaki politik figüranlara ve kırık plak “cancık ağızlı” eski solculara gelsin…
Uzaydaki “kara delikler” yoldaşları olsun onların!
Yarattığın boşluk bu dünyada hiçbir şekilde hissedilmeyecek sevgili Can!..
Sana sosyal medyadan ağıtlar yakan “cancık ağızlı riyakarlar” üç gün sonra unutup, bir daha adını ağızlarına bile almayacaklar…
Üç-beş arkadaşınla yaşadığın anılar kalacak geriye…
Deden Hüsnü Ortaç sevgili durumuna göre bazen keman, bazen de saz çalacak hayallerinde yine!..
Çok değil, bundan iki milyar yıl sonra Güneş’e iyice yaklaşan Dünyamızdan geriye zerre kadar toz bile kalmayacak bu galakside…
Güle güle…
Duyduysan masaya üç kere vur!