Küçükken Hasip dayımın evinden Uludağ’a doğru baktığımda Bakacak’taki adam siluetine benzeyen dev metal telsiz direğini görür sorardım:
“Dayı bu ne?..”
“Bursa’nın bekçisi bir adam yavrum” derdi, “yaz kış orada durur, şehri gözetleyerek tehlikeli bir durum oluşursa yetkililere bildir.”
Çocuk aklımla yanaklarımı avuçlarımın arasına alır, pencereden saatler boyunca o adamı seyrederdim.
Hiç kımıldamazdı nedense!
Geriye dönüp düşünüyorum da…
Babaannem tam bir Şamandı…
Dedemle her ikisi de şarbon dahil pek çok hastalığı topladıkları doğal bitki, yaprak, kök ve minerallerle iyileştirmeyi başarırlardı her nasılsa.
Babaannem “nazara” yani, bakışlardaki enerjiye çok inanırdı.
Çocuklarına yeni bir esvap mı alındı?
Yepyeni olduğu halde sağını solunu mutlaka yamardı.
Evde herkesin omuzunda çengelli iğneyle tutturulmuş küçük bir parça kumaşın içindeki bir tutam çörek otu ve yanında asılı bozuk para kadar delikli bir taş bulunurdu.
Atasından öyle görmüş, atası da atasından…
Efsaneleri sever insanoğlu, gaipten de korkar…
Bulabildiği her yerde de derdine derman arar…
Halam az dolaşmadı Türkiye’deki yatırları: biraz sorunlu büyüyen evladını sabahlara kadar az yatırmadı türbelerin başında.
Bursa’nın da her köşesinde ayrı bir hikaye, ayrı bir efsane vardır mesela…
Ereni evliyası bu kadar bol olan bir şehirden başka ne bekleyebilirsiniz ki?
Bi tarihte bir çoban Uludağ’da koyun güdüyor…
Ve karşısına aniden saçları topuğunda sarışın bir kız çıkıyor…
“Şarlayarak mı gürleyerek mi” diye soruyor çobana?
Çoban, “şarlayarak” yanıtını veriyor…
Ve kız ortadan kayboluyor.
Rivayet odur ki, Bursa’nın sonunu deli gibi yağan yağmurlar ve seller getirecek.
Dere yataklarına ev yapanlar yandı!
Çoban eğer “gürleyerek” deseydi, Pompei gibi aslında bir yanardağ olan Uludağ patlayacak ve şehri lavlar kaplayacaktı!..
Irgandı Köprüsü’nün yanında, Gökdere’nin kıyısındaki evimizin karşısında “Siğil Dede” vardı ki, hala da var…
Çok siğil çıkardı o yıllarda parmaklarımızda.
Gider bir mum yakar, dedenin kabrinin üstünde büyümüş incir ağacının meyvesinin sütünü yaralarımıza sürerdik.
Bir hafta sonra da hiçbir şey kalmazdı!
Siz önünde oynanarak şifa veren bir yatır gördünüz mü hiç?
İnin az aşağıya, Meydancık’ta “Göbek Atan Dede’ye” rastlayacaksınız.
Dileğinizi tuttunuz ve yerine de geldi…
Kural o ki, derhal Göbek Atan Dede’nin türbesine gidip, adadığınız göbek sayısı kadar göbeciği hemen atacaksınız orada:
“Bu fasulya 7 buçuk lira, hem oynasın, hem kaynasın!..”
“Helvacı Bacı” var mesela Tahtakale’de…
Dilek gerçekleşti mi?
Bir kilo tahin helvasını götürüp oraya koymanız gerek.
Tabii, çevredeki esnafın sürekli bayram ettiğini söylemeden geçemeyeceğim!
Acaba, Elon Musk’ın dediği gibi bir bilgisayar simülasyonu içinde yaşıyoruz da bu yatırlar, dedeler ara programlar mı hayatımızda?!.
Piremir Camii’nin minaresinden aşağı kilot atar kadınlar!
Peki neden?
Çabucak koca bulacaklarına inandıkları için!
Tophane’ye doğru çıkarken sağda “Okçu Baba” türbesi vardır…
Türbedar oraya her akşam temiz seccade, tespih, takunya ve abdest alınması için içi su dolu toprak bir testi koyar.
Ertesi sabah geldiğindeyse testinin içindeki suyun tükenmiş olduğunu görür!
Tophane’de Zindan Kapı Caddesi’nde, Kale Otel’in hemen yakınında Kabil-i Vucut Ali Efendi’nin bakımsız bir mezarıyla karşılaşırsınız.
Hamileyken ölen annesi O’nu mezarında doğurur.
Ağlama sesleri üzerine konu komşu toprağı kazarak Ali Efendiyi çıkarırlar.
Bu adam önce Osmanlıya müderris, sonra da kadı olur.
Öldüğündeyse anasının yanına defnederler.
Daha ne çok söylencesi var bu kentin…
En dehşet verici olanıysa “gelin kız efsanesi”.
Tayyareci Mehmet Ali Caddesi’nden Emirsultan Mezarlığı’na geldiğinizde, aradan yukarı doğru dik bir yokuş çıkar.
Geceleri dikiz aynasına baktığınızda arka koltukta oturan, sürmeleri akmış, bembeyaz kıyafetler içinde bir gelin kız görürsünüz.
Sakince bayırı bitirmeye çalışın.
Ancak o zaman yok olacaktır aracınızdan!