Önceki hafta Haber Türk Televizyonu’nda hani şu yeni peydah edilip parlatılan cahil süslü genç kadın sunuculardan biri karşısına artık ilahiyatçı mıdır hoca mıdır ne idüğü belirsiz birkaç tipi almış siyer-i nebi yani, peygamberin hayatını konuşturuyor.
Programda cehalet ve hurafe diz boyu.
“Hazreti Musa” diyor katılımcılardan biri “kavmiyle beraber çölde ilerlerken erzakları bitince Allah gökten bıldırcın etiyle helva indirmişti”.
Şimdi bu ifadeyi cahil bir insan ya da bir çocuğun gözünde hadi gelin birlikte canlandıralım?
Çölde eşek ve develeriyle birlikte kendilerini takip edeceklerinden şüphelendikleri firavunun askerlerinden kaçan işlenmiş bir cinayetin faili Musa ve beraberinde bir grup İbrani kavurucu güneşin altında yavaş yavaş ilerliyor…
Yiyecekleri tükenen insanlar Musa’ya, “Bu böyle olmaz. Tanrına söyle de bize bir şeyler yollasın” diyorlar.
Musa durumu yukarıya iletince birden bire gök yarılıyor ve ellerinde kocaman bakır sinilerle bir sürü melek inmeye başlıyor Sina Çölüne.
Aynen televizyon programına katılan profesörün belirttiği gibi gökten(!) indirilen bu sinilerin üzerinde içli pilavın üzerine mangalda pişirilip dizilmiş bıldırcın kebabı ve yanında da İbranilerin bu yemekten sonra ağızları tatlansın diye çam fıstıklı irmik helvası vardır.
Sizin anlayacağınız yanında rakkaselerle, sazendeler eksiktir bir tek.
Allah sabredip şükredenleri sever!
…………..
Bu mu yani?
Oysa gerçek hiç de böle değildir!
Haftalarca yarı aç yarı tok vaziyette Tanrı’nın vaad ettiği topraklara ulaşabilmek için ilerlerler Musa’nın Mısır’dan bin bir türlü vaatle çıkardığı insanlar.
Açlıklarının doruk noktaya ulaştığı bir sırada güneşli havada gökyüzünde bir bulut belirir.
Pek çok insan bilmez ama aslında göç eden bir kuş türü olan kalabalık bir bıldırcın sürüsünü barındıran bu bulut, artık menziline ulaşmak üzere olan ve vücutlarındaki yağla birlikte enerjilerini de iyice tüketme noktasına gelen kuşlardan oluşmaktadır.
Uçmak için artık gücü kalmayan bıldırcınların bir kısmı patır patır yeryüzüne düşmeye başlar.
Hareket edemeyecek vaziyetteki bu kuşlar İbraniler tarafından sevinçle toplanıp öldürülerek yakılan ateşlerin başında afiyetle yenilir.
Olay sadece bundan ibarettir!
Ne tanrı gökten(!) bıldırcın eti indirmiş ne de gerçekte çölde yarı aç vaziyette dolaşan Musevileri düşünmüştür çünkü bu hayvanları yiyen ama iyice doyabilmek için de fazla kaçırıp, 6-7 adedini birden tüketen aralarından bazıları ertesi gün ölüp, erkenden bıldırcın cennetini boylayacaktır!
Çünkü her sonbahar gelişinde göç eden bu hayvanlar güzergahları üzerindeki “su baldıranı” ve “kedi başı” isimli bitkileri de tükettikleri için bedenleri zehirli hale geliyor ve avcıları bunun bedelini hayatlarıyla ödeyebiliyorlardı.
O gün, o tarihte, Museviler için Tanrı tarafından gönderilmemişti bıldırcın sürüsü.
Aynen ertesi yıl olduğu gibi yüzyıllar boyunca göç için aynı güzergahı kulanmaya devam edecekler, artık enerjileri tükenen aralarından bazıları yine hemen hemen aynı bölgelerde yeryüzüne düşmeyi sürdüreceklerdi.
Fakat gördüğünüz gibi aradan binlerce yıl geçtikten sonra bile “hoca kılıklı” yobaz birileri son derece doğal ve tesadüfi bir şekilde gelişen bu olayı insanlara bir mucize gibi anlatacak ve 2014 senesinde televizyonlara çıkıp “Allah gökten bıldırcın eti yolladı” diyebilecekti!
Helva meselesine gelince…
……………
Sina Çölü’nü öyle Büyük Sahra’yla filan kıyaslamayın.
Yani o taraflar televizyon filmlerinde gördüğünüz kum tepelerinden oluşan bir yapıya sahip değildir.
Daha çok makilik gibi sadece bazı bitkilerin yaşayabildiği kurak, taşlı topraktan ibaret alanlardır.
Çölde gündüz sıcak, gece soğuk olur.
Sabaha karşı da insanın içini üşüten bir çiğ yağar yeryüzüne.
İşte yine Musa’nın kavmi bu yürüyüş sırasında zencefil ve benzerlerinin yetiştiği yumru köklü bitkilerden oluşan bir alana gelir.
Her gün sabah olup da bu bitkilerin üzerlerine çiğ düşende, zencefil yapraklarıyla kimyasal etkileşime girerek yüzeyinde beyaz köpüğe benzeyen ve tatlımsı bir tabaka oluşur.
İşte İbraniler, yenildiği vakit insana enerji veren bu maddeyi her sabah parmaklarıyla sıyırıp yalayarak hayatta kalırlar bir süre.
Durum, çölde susuz kalan çaresiz bir insanın kaktüsün içindeki suyu çıkarıp içmesi haliyle aynı durumdur.
Allah gökten meleklere kardırıp helva falan da indirmemiştir üstelik.
O bitkiler bu gün de hala orada, o bölgedeki varlıklarını sürdürmekte ve yine her sabah çiğ düştüğü vakit aynı kimyasal tepkimeyi yine göstermektedirler, aynen yüz yıllardır olduğu gibi.
Gerçek sadece bundan ibarettir.
Budur gerçek, diğerleri insanı salak yerine koymaktan asla vaz geçmeyen ve bu işten geçinen din tacirlerinin uydurmalarıdır.
Hadi gelin bir de şu “Kızıldeniz’in yarılması” olayına bakalım?
………………
Bir kere buranın Kızıldeniz mi yoksa eskiden “Mısır Denizi” olarak adlandırılan Nil Nehri mi olduğu konusunda açık ve kesin bir bilgi dahi yoktur.
Her halde bu gün aklı başında hiçbir insan, yine bir insanın bir denizin önünde durup da ona açıl demesiyle açılmayacağını, kapan demesiyle de kapanmayacağını bilir?
Dünyadaki tek gerçek, en baştan beri her şeyin doğa koşullarına göre cereyan ettiği gerçeğidir.
Bu olayın Kızıldeniz’in Süveyş bölgesi olarak anılan kuzeybatı tarafında gerçekleştiği varsayılıyor.
Aynen yüzyıllardır olduğu gibi bu gün de halen med-cezir sonucu suların çekilip, bu doğa olayının bitiminde yeniden eski yerlerine gelmesi sonucu o bölgede deniz sığlaşıp, karşıya geçilebilir hale geliyor.
Hatta bu çağda aramızdan bazı safların hala “Musa’nın asasıyla Kızıldeniz’i ikiye yardığını” sanmalarına rağmen Tevrat bile Çıkış 14/1-31 arasındaki bölümde “Ve Rab bütün gece kuvvetli şark yeliyle denizi geri çevirdi ve denizi karaya çevirdi ve sular yarıldı” diye anlatır durumu.
Doğal bir gel-git olayı sırasında Musa ve kavmi sığlaşan denizin üzerinden karşıya geçmiş, zamanlamayı iyi ayarlayamayan Firavun ordusundan bazıları aynı şeyi yapmaya yeltenince suyun yükselmesi sonucu üzerlerindeki askeri eşyanın da ağırlığıyla yüzemeyerek boğulmuştur.
Gerisi hurafedir, yalandır, bu gün olduğu gibi dün de dinden geçinen insanların halkı uyutup daha da semirmek için başvurdukları yoldur.
Aynen cumaları Google amcaya günün anlam ve önemi üzerine sorular sorarak bulduğu ayetleri Twitter’dan yayınlayıp imandan geçinen “Egemen Bağış’ın kurduğu halkı makaraya alma düzeni” gibi örneğin!
…………….
İnsanın biraz yüzü kızarır!
Baş örtüsü için mücadele etmişmiş, imanını kimse sorgulayamazmış, mış mış da mış mış.
Allah’ın Musa ve kavmi için gökten bıldırcın eti ve yanında helva indirmediği kadar gerçek ve doğrudur AKP’li eski bakanlara atfedilen suçlamalar.
Eğer öyle değilse…
MİT’in başbakanı önceden uyararak “Bu kişiler ileride hükümeti sıkıntıya sokacak bazı ilişkiler içinde” diye rapor vermesi, Erdoğan’ınsa durumu bilmesine rağmen kılını bile kıpırdatmaması da mı yalan?
Şeker kutuları içinde yollanan paraların, ayakkabı kutularında çıkması mı yalan?
Panik içinde telefon ederek “Oğlum ne kadar para var sende” diye durumu öğrendikten sonra, “Sorarlarsa bir yakınımın Rıza Sarraf’tan alacağı vardı, ben de onu tahsil ettim dersin” diye akıl veren İçişleri Bakanı mı yalan?
“Sıfırlamak üzereyiz inşallah” yanıtından sonra bile bir 30 milyon Avro daha kaldığını söyleyen Bilal mi yalan?
Apar topar tarumar edilen polisler, sürgün edilen savcılar, ihya edilen hakimler mi yalan?
Yine değiştirilen yasalar, alel acele vaziyeti kurtarmak için yeniden düzenlenen yönetmelikler mi yalan?
Hepsi ama hepsi en az gökten yere düşen yorgun bıldırcınlar, bu gün hala aynı yerde aynı sıvıyı salgılayan zencefil bitkileri kadar gerçek.
Ve gerçek aradan binlerce yıl bile geçse yolunu, değerini mutlaka bulur, “yalan” gibi arsızca pişmiş kelle misali sırıtıp durmaz hala bu milletin yüzüne.
İnsanın biraz utanması olur.