Yazarlar

Zatü’l-hareke…

post-img
Gümrük tarifelerinde, “Zatü’l hareke” olarak isimlendirilen otomobilin ilk kez ithal edilmesinin üzerinden 121 yıl geçmiş. Gelin görün ki, bir asırdan fazla süre geçmesine rağmen “Seyr Ü Sefer” de hala beceriksizliğimiz, eğitimsizliğimiz, bilinçsizliğimiz diz boyu… Kurban Bayramı tatilinde trafikte (Seyr Ü Sefer’de) kayıp can sayımız seksenlere yaklaştı… Ülke yaşamına yüz yirmi bir yıl önce giren otomobil; 18.Yüzyıl ile başlayan, neredeyse anonim denebilecek bir şekilde dünyanın birçok yerinde ortaya çıkan buluşların bir araya gelmesi ile bir buçuk asırda oluşmuş/oluşturulmuş bir araçtır. Gelişme süreci, ilginç hatta komik birçok safhadan geçmiştir.   *** Yıl 1769, Fransız Nicolas Joseph Cugnot, ‘yük arabası’ adını verdiği buharlı bir otomobil yapmış. Otomobilin atası sayılabilecek bu araç saatte 4 km hız yapabilmesine rağmen, direksiyon ve fren sistemi kavramı olmadığından, direksiyon ve fren sisteminden yoksun üretilmiş. Yük arabası bir duvara çarparak durabilmiş… Yıl 1791,Rus Ivan Kablin buhar kazanlı, pedallı üç tekerlekli, volan-fren-vites kutusu bulunan bir otomobilin yapımını gerçekleştirmiş. 1797, 1801, 1815’i izleyen yıllarda İngiltere’de, Amerika’da, o zamanki Çekoslovakya’da buharlı makinalara (motorlara) dayalı pek çok denemeler olmuş… Otomobil, üretilmesinde güç kaynağı ilk olarak buhar seçilmiş ve araç aksamları bu güç kaynağı eksenli yapılsa da; devam eden süreçte 1673 yılında çeşitli bilim insanlarınca başlatılan içten yanmalı motor teknolojisi gelişimi, otomobili geliştirmeye çalışan bilim insanlarının da dikkatini çekmiş. 1876 yılında, çeşitli bilim insanları tarafından geliştirilen ve de günümüz otomobil motor teknolojisinin temeli olan “İÇTEN YANMALI MOTOR” ile ilk OTOMOBİL ÜRETİMİ <bu isimlere dikkat> Deutz Şirketi adına Alman Mühendis Gottlieb DAİMLER tarafından gerçekleştirilmiştir. Çok kısa bir özetini derlediğim bu süreci incelediğimizde; Otomobilin ilk üreticisini, hatta tarihini vermenin olanaksızlığı görülmektedir. Yani, 1769’da duvara toslayarak talihsiz bir başlangıç yapan otomobil, geçen doksan yıllık süreçte birçok bilim insanın katkıları, 1876 yılında Daimler’in içten yanmalı motor uygulaması ile hayat bulmuş… *** Yıl 1895… II. Abdülhamit dönemi, İstanbul gümrüğüne, o güne kadar “gümrük tarifelerinde” yer almayan dört araç gelir. İthal edilebilmesi için gümrük tarifelerine bu araçlar (otomobiller) ne oldukları tam anlaşılamadığı, hatta nasıl çalıştığı pek kestirilemediğinden olsa gerek <zatü’l-hareke>, “kendiliğinden hareket eden” ismi ile tanımlanır. Sözün özü, 1895’lerden gelen bir kötü alışkanlıkla olsa gerek, hala tüm teknik gerçekliği ile ne olduğu tam anlaşılmış değil, otomobilin… Otomobil, Türk Halkının belleğinde nasıl ve hangi kurallarla kullanılacağı pek,-hatta hiç- anlaşılamayan bir araç ola gelmiş, ne yazık ki gelmeye de devam edecek gibi… *** Trafik kazaları, gelişen teknoloji ve gelişen otoyollar ile hemen hemen aynı oranda artmakta gibi... Her bayram ve/veya uzun tatil dönemlerinde yollarımız kan gölü. Avrupa’ya bakın böyle bir oran var mı? Kesinlikle yok... Peki, bizde olan ya da olmayan ne?.. Bence öncelikle, olmayan ortak yaşam kültürü, İkincisi, teknolojik bilgisizlik, Üçüncüsü görgüsüzlük... Ve hepsinin birleşmesi ile oluşan "kimlik bulanımı ile" yoğrulmuş/yetişmiş SÜRÜCÜ… *** Otoyollara çıkmadan önce şöyle bir bakalım çevremize, Bilet kuyruğunda veya fırında ekmek kuyruğundasınız, birçok kişinin sıraya saygılı olmadığını görürsünüz. Herkes, hemen en önde olmak istiyor, bunu sağlamak içinde çoğunlukla çocuklarını kullanıyor. Çocukları, aralardan itiştirip kakıştırarak en önden istediğini aldırmayı başarıyor. Sonra bu kültürsüzlükle, insana, çevreye saygısızlıkla yetişen/yetiştirilen çocuklardan gün içinde ortak yaşama saygılı bireyler olmalarını bekliyoruz. Trafik dee buna dahil. Tam yanılgı noktalarından biri bu... Bu malzemelerden trafiğin payına, kimsenin hakkına, daha ötesi/acısı yaşam hakkına bile saygısı olmayan trafik magandaları düşer… Ayrıca, otomobil Avrupa’da, teknik gelişimini, yüzeli yılı aşkın süreçte tamamlarken, o arada otomobil-trafik-insan üçgeninde oluşan kurallar tam olarak toplumsal olarak geliştirilmiş/içselleştirilmiş. Baksanıza direksiyonsuz-frensiz araçtan, bu günlere gelmiş batı. Bizim için öyle mi? Hiç de öyle olduğu söylenemez, birileri almış gümrüğe getirmiş otomobili, gümrük tarifesinde olmayan, yerini bulamamış uydurmuşuz, “kendiliğinden gidenler” başlığı altında ithal edip, sokmuşuz ülkeye… Daha ne olduğunu anlamadan basmışız gaza… Ne kural, ne toplumsal içselleştirme… Basış o basış gaza… Bir de ülkemize özgü eğitimsiz, kültürsüz onlarca yıl okullarda okutulmuş bir kısım güruh yetişmiş/yetiştirilmiş. O zaman gelecek için, BİR, kültürel adım… İlköğretimde simit sıralarını düzgünce sıraya sokacağız… Sonra, hani eğitim müfredatından çıkarılan, “hayat bilgisi/yurttaşlık bilgisi” dersini geri getireceğiz… Geri getireceğiz ki, yok olan ortak yaşam kurallarına saygı tekrar kazanılsın. İnsan haklarına saygı küçük beyinlere tekrar yeşermesi için dikilsin… (İşte o zaman yirmi yıl sonra, bu yolları seyretmek isterim…) Bugün için (kültürü yoksun millete, kültür aşısı olamayacağından), Yollarda evrak kontrolünden önce, hani o MOBESE’leriniz var ya, Onların önüne oturttuğunuz elemanlarınız ile bu tipleri belirleyip en kısa süreçte cezalandırılmalarını ve trafikten ayıklanmalarını sağlayacaksınız. Yani, bascanız bunlara cezayı… Hem de en üst perdeden, böğürtecek kadar. (İnsan tanımının bunlara, uygun olduğunu düşünmüyorum.) Hollanda’yı bir inceleyin üç defa hız sınırını aştığınızda aracınız kamulaştırılıyor, bir defa alkollü araç kullanırken yakalanın bakalım o zaman ne oluyor, ne araç ne ehliyet, kalıyor mu bakın… (Ülkemize en az yirmi yıl bu yasalar lazım.) Yaa, dediğim bu işte… *** Teknoloji, trafik ülkemizde birçok alanda olduğu gibi, tam "ben yaptım oldu" diyenlerin eline kalmış durumda. Öncelikle, otomobil teknolojisinde son yirmi yılda çığır atlayan gelişmelerin olduğu ülkemizde, algılanma geniş kitlelere yayılmış değil. Hal böyle olunca, zayıf ekonomisi olan bireylerin, boyası yenilenmiş ucuz eski teknolojili eski model araçlar ile yeni teknolojik araçlara karşı performans yarışına girmeleri yaşamın olağan, günlük hallerinden olmuş durumda. Önemli olan, ülke için tehlikeli olan, sıradan insanlardan öte, bu konuya müdahil olması gerekenlerde de bu alışkanlığın yerleşmiş olması. Her araç 120-150 km/h hatta daha fazla hız yapabilir. Mesele aracın yapacağı hız değil, bu hızla nasıl duracağıdır. Ortaokul fiziği okuyanlar bilir, araç kütlesi ile beraber ivme kazandığında, bu kütleyi durdurmak için, o oranda fren gücü gerekecektir. Bu cümleyi dikkate aldığımızda; hızlanmış otomobili durdurmanın zorluğu, onun ağırlığı ile de doğru orantılı olarak artarak geçekleşeceği bilinmelidir. Lise fizik derslerinde, eylemsizlik prensibi okutulurdu eskiden, “duran cisim, durmak ister, hareket eden cisim hareket etmek ister” Bu bilimsel cümlede de saptandığı gibi hareket halindeki cismi durdurmak başlı başına bir bilim karmaşasıdır. Otomobilde fren olayı ile duruş, tekerlek diskine uygulanan baskısı gücü ile gerçekleşir. Bu gücün uygulanması, bir başka önemli parametreyi, aracın fren sistemi olgusunu ortaya çıkarır. Eski teknoloji frenler disk üzerine sabit bir baskı ile etki yaparak aracı durdurmayı amaçlar, baskı anında tekerlekler dönmemektedir. Bu tip frenlerde araç, fren süresince yolda kendi bildiği yöne, direksiyon kontrolsüz olarak gider (şu an ülkemiz trafiğinde yüzde oranı dikkate alınacak oranda, bu tip araç olduğu yetkililerce biliniyor ve hiç bir şey yapmıyorlar…) Bu tip frenler 1985 tarih öncesi ve de özellikle hala yerli modellerde mevcut. Hal böyle olunca ucuz olan bu araçlar, ekonomik nedenler ile özellikle dar gelirli çevrelerde yaygın olarak kabul görüyor… Bu kesimlerde, eğitim seviyesinin düşüklüğü, eski teknolojik araçlar ile birleşince yollarda kaza manzaraları maalesef kaçınılmaz oluyor… Otomobil dünyasında, yaşanan gelişmelerin fren sistemine de yansımaması beklenemezdi. Yine de yeni tip fren sistemlerinin, üretim bandına inmesi 1980 yılları sonlarını buldu. İlk olarak, ABS olarak tanıtılan (Sistem Türkçe’ye, kilitlenme karşıtı fren sistemi) bir sistem geliştirildi. Bu sistemde disk üzerine yapılan baskılar, salise bazlı zaman aralıkları ile noktasal olarak uygulanarak frenleme sağlanır, tekerlekler (halk tabiri ile kazıklanmadan) direksiyon hâkimiyeti ile durdurulabilir. Aslında hız ile ilgili gerçek, otomobil dünyasında, ”aracın, nasıl gittiği değil, nasıl duracağınız önemlidir” sözü ile tam karşılığını bulmaktadır. Ferrari'nin bir reklam spotundan bahsedilir, şehir efsanesi olarak "Biz otomobilden öte, fren sistemleri satıyoruz..." Ve yine bahsedilir ki, bu markanın fren sisteminin maliyeti, üst modellerinde 200 bin €’dan da yukarıdadır… Şimdi bu kadar anlatımdan sonra, şu bizim mangandalar, niye bu yeni/teknolojik araçlar ile yarışmamaları gerektiğini anlayabilecekler mi? İkinci Adım, Aslında, ikinci adımının asıl aktörü yine sürücü. Sürücü aracının teknolojik durumunu gözeterek, bilerek aracını kullanmalı. Toplum genelinde hemen hemen uygulanıyor; Ama hemen hemen… Bu cümleden hareket ile; Bu aymazlık içinde olan sürücüleri bir anlamda, uyarmak için yönetici otoriteye görevler düşmekte, bana göre. -Araçların trafiğe çıkışından 15 yıl sonra, maksimum hız sınırları bir alt sınıf hız sınırına indirilmeli. Bu ikincil hız sınıfı dışarıdan görevlilerin göreceği, plaka üzerindeki fenni muayene pulunda belirlenecek bir tanımlama yöntemi ile yapılmalıdır. -25 yıl kullanım süresini doldurmuş araçlar trafikten kesinlikle men edilmelidir. -Ticari araç kullanalar her on yılda bir, amatör ehliyetliler her 15 yılda bir tekrar eğitim ve sınava tabi tutulmalıdır. Teknolojik aymazlık içinde, ortak yaşam kaygısı taşımayan, hatta kendi yaşam tehlikesinin bile farkında olmayan sürücüler var ortalıkta, cinsiyeti mi? Hiç önemli değil, hiç… Bunlar her türlü cinsiyetten, klinik tedavisi gerektirecek seviyeye yakın, sosyapatlar, E.E.S (Ezik Erkek Sendromu) veya E.K.S.(Ezik Kadın Sendromu) ve de aşağılık kompleksleri ile kimlik bulanımı içinde kaybolup gitmiş bizim insanlarımız… Problem, hastalıkları değil hastalıklarının farkında olmama/olunmama ve de trafik içinde olmaları durumu. Ve onların, Kimi, direksiyon başında, tüm dünyaya kafa tutar oluyor, Kimi, kendisinin geçilmez yenilmez olduğunu ispatlama peşinde… Kimisi de, yaşamdaki bencilliğini her türlü kurala rağmen, kendi üslubunca yaşama geçirme peşinde… Burada, yine yetkililere görev düşüyor. Elbet milyonlarca sürücü için yapacak fazla bir şey yok. Ama yeni sürücü belgesi alımında, ciddi ciddi uygulanacak kişilik testlerine gerek var. Ayrıca trafik kazasına karışan tüm sürücülere ve de puan/alkol cezaları ile ehliyetlerine el konulan sürücülere bu kişilik testlerinden geçirilerek, yollar ayıklanmaya çalışılabilir… Bir de merak ediyorum; trafik kazaları tutanaklarında, istatistiksel veriler alınıp değerlendiriliyor mu? Bu sonuçlar varsa, gerekli tedbirler alınması için düzenlemeler yapılıyor mu? Kaza bölgeleri, kaza yapan sürücülerin eğitim seviyeleri, sürücü belgesi aldıkları yerleşim yerlerinin özellikleri, araç yaşları, sürücü yaşları, evvelce kazaya karışıp karışmadıkları… Evet, siz de fark ettiniz; bu veriler ne çok şeyler söyleyecek. Sadece “emniyet kemeri” değil sürüş kültürü/emniyeti… Hala fark edemediğimiz, Kendiliğinden giden araçların yani “Zatü’l-hareke”lerin ithalatını yaparken, Sürüş saygısını/ahlakını, kültürünü almayı unuttuğumuz…   Fark ettiniz mi? Bu iş, bu ülkede hiç kolay değil bu kafalarla… Sadece emniyet kemeri ve evrak denetimi yapmakla bu iş çözülmez. Adam gibi oturup planlı bir eğitim denetim başlatılmalı. Bu da ülkemizde şimdilik (!) olanaksız. Dilerim yanılırım…  

Diğer Haberler