Eski Yeşilçam filmlerini izleyenler bilir ya da evdeki anneanne, büyükbabalara sorulursa, eski İstanbul yaşamında Arap bacı olarak aileye köle günlerden kalma dadılar vardır ve de çoğunun adı da amberdir.
Amber: (anber) Hint veya Japon denizlerinde balinagiller türünden cacalot (kaşalot olarak dilimize girmiştir. İri yarı çirkince birine kaşalot denirdi.) isimli iri, çirkin bir balığın kursağında bulunan veya dışkısından elde edilen, yakıldığında hoş kokulu az bulunan pahalı bir madde olup afrodizyak, romatizma ve baş ağrısı dâhil birçok hastalığa iyi geleceği inancıyla çok eski zamanlardan beri kullanılmıştır. Osmanlıda kahveyle birlikte kullanılması yoğundu ve ıtriyatçılarda yaldızlı kurslar halinde satılırdı. Genellikle sarı renkte olması nedeniyle de güneş enerjisiyle (solar sistem) ilişkili olduğuna inanılmıştır. Bu nedenle kaplan, aslanın ruhu olan cesaretin de simgesidir.
Oysa mitolojide amberin oluşumu ise bir özgün söylendrir.
Yunan mitolojisinde Güneş’in oğullarından biri olan Phaeton’u (Apollon gibi kendine özgü bir kişiliğe sahip ikinci derece tanrı titanlardan Helios ile Okenanos kızı Klemene’nin oğlu) annesi, O’nu babasının kim olduğundan habersiz olarak büyütmüştür. Ergenlik çağına gelince kim olduğunu bildirir. Bunun üzerine delikanlı doğumuyla ilgili bir işaret olarak babası Güneşten arabasını sürmesi için izin ister. Güneş bir süre tereddüt ettikten sonra izin verirken bin bir öğütte bulunur. Gök kubbede çizili yolu izlemeli, dışına çıkmamalıdır. Phaethon yola çıkarak çizili yolu izlemeye başlar. Çok geçmeden bulunduğu yükseklik ve Zodyak işaretlerini oluşturan hayvanların görünümünden korkarak çizilen yoldan sapar. Yeryüzünü ateşe verecek kadar aşağıya iner; bu yüzden bazı yerler çöl olur ve bazı insanlar kavrularak siyahî olurlar. Telaşla bu sefer çok yükseğe çıkar. Yıldızlar durumu Zeus’a şikâyet ederler. Zeus evrensel bir tutuşmayı önlemek için Phaethon’u yıldırımıyla çarpar, saçları tutuşan Phaeton parlaklığıyla cenneti işaret eden vurulan bir yıldız gibi Eridanus nehrine düşer. Kız kardeşleri ölümüne o kadar ağladılar ki; nehrin kenarında ağlayan kavak ağaçlarına dönerlerken, nehre dökülen gözyaşları da amberi oluşturur. Bazı söylenlerde kız kardeş Heliades’ler çam ağacına döner. Kehribar ise çam reçinesinden elde edilir. Genelde kehribar ile amberin renk olarak bir diğerine benzemeleri günlük yaşamda biri diğeri ile çokça karıştırılmaktadır.
Ancak Osmanlının son günlerine kadar da amber bacılar yaşamımızdaki karışıklıkları önlerlerdi. Günümüzde ise Güneş tanrısı Apollon’un şımarık oğlu Pheaton’un biraz kavrulma-
larına ve böylece siyahî olmalarına neden olduğu Arap’lar Irak’ta, aynı şımarıklık ve aynı beceriksizliğe sahip yeni Pheaton Bush’un bombaları ve alıştıklarından olsa zahir, “Bush’un bombaları yetmez biraz da kendimiz canlı bombalar ile yeri göğü yakalım” diyerek bir kargaşa içine düştüler.
Irak’ta günde yüz kişi ölmezse kimse rahat etmiyor.
Ne var ki, günümüz acemi Pheaton’u Başkan Bush’u bir alev topu gibi hiç değilse vaftizci Yahya’nın kutsal nehri Aerdna (günümüz Ürdün nehri) nehrine düşürecek bir Zeus da yok. Arap etnosunun bacıları her ne kadar gözyaşları döküyorlarsa da, artık Osmanlının amber bacıları da değiller. Olsa olsa ünlü zılgıtlarını çekiyorlar.
Bizdeki hacılar(!)da ne yapsın, Bush’un Beyaz Sarayı’nı, başkentleri Washington’u dön babalara geldik diyerekten neredeyse tavaf etmekteler.
“Dön babalardan” rahatsız olanlar da kendi aralarında yemin kasem edip “oyuncak tabanca!” göstermekle uğraşıyorlar.
Bebek sahillerinin en sıkı bakla falcısı gacılara da “Kuzey Irak’a girsek mi, girmesek mi?” diyerekten fal siparişi verenler varmış sanki!
Bir gerçek varsa Güneş tanrısının arabasının bir alev topuna dönüştürdüğü Irak için ağlayan Arap bacıların çam ağacına dönüşerek amber olmalarından başka görünürde bir gelecek yok.
Yok, ta bu alev topu bize bulaşırsa ne yaparız? Biz amberi kahveyle severiz çünkü, ateşle değil!