Kaşgarlı Mahmut Kutadgu Bilig’te şöyle diyor: “Memleket tutmak için çok asker ve ordu
gerekir. Askeri beslemek için de çok mal ve servete ihtiyaç vardır. Bu malı elde etmek için
halkın zengin olması gerekir. Halkın zengin olması için de doğru kanunlar konulmalıdır. Bunlardan biri ihmal edilirse, beylik (devlet) çözülmeye yüz tutar.” Töreye göre; hükümdar “yargu”, “yolak” işlerini “Mezâlim Divanı” nda çözerdi. İran Selçuklularında Divan haftada iki gün kurulurdu. Gelenek Anadolu Selçuklularında da devam etmiştir. I. Gıyaseddin Keyhüsrev Pazartesi ve Perşembe günleri “Mezâlim Divanında” örfî işleri kendine, şer’î davaları da kadıya bırakmıştır.
Aynı gelenek Osmanlı’da “Adalet, Mülkün temelidir” ilkesine göre; Kasr-ı Adalet’te kurulan ve Padişahın da pencere arkasından izlediği ve zaman zaman müdahale ettiği Divan toplantısı ile yer almıştır.
Aynı ilke Cumhuriyet döneminde benimsenerek adaletin Mülk’ün (devletin) temeli olduğu her mahkeme hâkiminin arkasındaki duvarda belirgin bir metin olarak yer almıştır. Bu söz elbette doğrudur. Ancak Kaşgarlı’nın “zenginlik” vurgulamasındaki gerçek değişmemiştir. Ancak maddi olandan daha çok sahip olduğumuz kültür zenginliğini yitirmiş olma konusunda gösterdiğimiz aymazlık çok acı. Bu gün AB’ye katılma konusunda Merkel Almanya’sının kapısını aşındırırken Başbakan Erdoğan tarihsel bir gerçeği hatırlatamadı. Çünkü yaladığı mürekkepte o tarihsel derinlik yoktu ya da gereğini duymadı, bilemiyoruz: Orta Çağı noktalayan filozoflardan Martin Luther’in hitabında yatar bu gerçek: “Ey Almanlar, bırakınız Türkler Almanya’yı istilâ etsinler.
Hak’kın, adaletin ne olduğunu Türkler size öğretecektir.” İlgi çekici olan bu Rönesans düşünürler kervanına Civitas Solis (Güneş Ülkesi) kitabıyla önemli katkıda bulunan İtalyan düşünür Tommaso Campanella da şöyle diyordu: “Ben bir Güneş Ülkesinin hasretini çekiyorum. Bu ülkede gece olmasın, insanlar orada karanlık mefhumunu tanımasın. Güneş Ülkeyi yeryüzünde bulmak mümkün mü? Fikir hürriyetine, vicdan hürriyetine ilişmeyen Türklerin varlığı –hiç olmazsa yarın– böyle bir ülkenin var olacağını bana zannettiriyor. Mademki düşünceyi zindana koymayan, hakikat sevgisini zincire vurmayan bir millet, o cesur ve âdil Türkler var...”
Çanakkale’den İskenderun körfezine kadar olan bölgeye Hititler “Lukka”, Roma “Lykia” diyorlardı. “Işıklı – Güneşli ülke” demekti bu sözler. Belli ki İtalyan düşünür bu kavramdan etkilenmişti. Üstelik de bu yerler artık Fatih, II. Mehmet’in başında olduğu Osmanlı Devleti yönetimindeydi. Dürer, Bellini gibi ve daha birçok Venedik ve Romalı düşünür ve sanatçıyı önemli düzeyde destekleyen, aydınlık bir Hükümranın günleriydi o günler. Ortodoxlar için Fener Patrikhanesini kuruyor ve Katolik İtalya’nın baskısından onları özgür kılıyordu.
Günümüzde ülkemizi yönetenlerde bir Osmanlıcılık sözüm ona hayranlığı var. Yapılan işlere baktığımızda, Osmanlı’nın algıladığı gerek adalet ve gerekse insanların günlük yaşamlarına müdahale konularındaki özgürlük anlayışı ile bir ilgileri yok. Çünkü Osmanlı, Cumhuriyet’in de benimsediği Maturidi anlayışı günlük yaşamda geçerli kılmış, hiçbir zaman şeriati uygulamamıştır. Yani Kur’andaki amel ile ilgili ayetlerin günün yaşam koşullarına göre değerlendirilerek güne göre değişmenin kabulü gerektiğini savlayan İslâmi yorum.
Oysa günümüzde, eğitimini medresede mürekkep yalayarak aldığını açıklayanlar Danıştay II. Dairesinin Türban Konusu için aldığı kararı, “efendiler siz kimsiniz, biz de mürekkep yaladık bu konularda, bu işler din ulamasının işidir!” diyenler İskender Paşa Camii etrafında örgütlenmiş ve Selefi yol anlayışında olup şeriat talep edenlerin çizgisidir.
Günümüzde “istikrar ve güven isteyenlerin” kendileri olduğu, bunun dışında ülke bütünlüğü ve istikrarını para kazananların bilemeyeceğini söyleyenler ülkedeki büyük sermaye dâhil, halkın büyük bir kesiminden aldıkları tepkileri ciddiye almalıdırlar.
Türk kökenli olmasına karşın Araplaşanlar, Türk’ün adalet anlayışıyla Osmanlı da olsalar, hesap vermekten kurtulamamışlardır. Yöneticiler Kutatgu Bilig’i iyi okumalılar.