Eski Arapların kökeni üzerine sadece kutsal kitaplarda bazı bilgiler vardır. Tarih kaynaklarına göre bin küsur yıllık süre içinde Arabistan’da bedevi ve bağ-bahçe ile uğraşan, ticaretle ilgilenen, kendi ortak adı olmayan değişik kabileler yaşıyordu. Kabileler arasında birleşme çabaları olmadığı gibi savaş yetenekleri de çok düşük düzeydeydi. Tarihleri boyunca bu nedenle Arabistan büyük devletlerin (Roma, Pers-Sasani, Habeşistan, Osmanlı gibi) rekabet ve faaliyet alanı olmuştur. Buna karşılık aynı alanlarda yaşayan en aktif kesim ise Hicaz ve Yemen Yahudileriydi.
MS. VI. yüzyılda tüm Arabistan’da birdenbire şiirin çok önem kazandığını görürüz. Bu durum kıtada bir canlanma meydana getirdi. VII. yüzyılda tek tanrı inancını savunan Hz. Muhammed etrafına fanatik, irade sahibi, inanılmaz derecede yiğit bir grup topladı. Kabileleri ile bağlarını koparan gruba, Müslümanlığı kabul eden kölelerin katılımı ile ortaya yeni bir üst kimlik çıktı. İslâmiyet denilen bu yeni üst kimlik Arabistan’daki Araplar arasında on binlere ulaşınca genelde kayıtsız kalan çöl bedevileri ile Mekke tüccarlarınca benimsenince “Arap” adıyla yeni bir etnos türemiş ve Arabistan’da birlik sağlanmış oldu.
Emeviler denilen Muaviye’nin torunları Araplar dışında Suriyelileri, Mısırlıları, İranlıları, İspanyolları, Afrikalıları, Kafkasları, Horasan Türklerini fetihler yolu ile birliğe katmış oldu. Böylece giderek zayıflayan Arap’lık on birinci yüzyıldan itibaren Sunnî Hak dinini kendi kılıçları ile savunan Osmanlı’yı yanı başlarında buldular. Bu gücün şemsiyesi I. Dünya Savaşı ile sona erince (ayrışma sancılı olmuş, Türklerce Arap’ın ihaneti olarak görülmüş ve görülmektedir) herkesin iyi bildiği gibi emperyalist devletlerce, petrol yatakları dikkate alınarak yapay sınırların tespiti ile ve Arap kavimleri arasındaki ayrışmayı koyultacak biçimde yeni devletler yaratılmıştır. Yönetimleri de bir takım Arap hanedanlıklarına teslim edilmiştir. Böylece Arapların birlik ve beraberlik içinde olmaları engellenmiştir.
Günümüzde zengin petrol yatakları üzerinde oturan bu parça-bölük Arap devletlerinden en maceracı olan Irak’tan başlayarak emperyalist devletlerin I. Dünya savaşında oluşturdukları devletleri, petrol üretim ve dağıtımında olası riskleri ortadan kaldırabilmek için yeniden yapılandırma isteği, günümüz Orta Doğu savaşının temelini oluşturmaktadır.
Emperyalist koalisyonun başını çeken Amerika, genelde olaylara mühendislik açısından bakan ve soğukkanlı düzenlemelerle, operasyon düzenlediği ülke ya da coğrafyada halklarla bir sürtüşmeye girmeden kültürler karşısında tarafsız davranırdı Irak olayına kadar. Oysa ABD 11 Eylül saldırısından sonra İslâmiyet’i karşısına almak gibi bir hata işledi. İşte bu nedenle Irak’ta Şiiler dâhil, halktan önemli bir direnç görüyor ve diğer Arap devletleri de çok tedirgin! Üstelik Sünni – Şii ayrışması da keskinleşiyor.
Bu güne kadar İslâmiyet’i savunan ancak Araplardan çokça çekmiş bulunan Kürtler elde silâh Araplara karşı savaşırken Türkiye de geçmişten aldığı dersleri değerlendirmekte ve Arap’ın yanında yer almak yerine, pasif de olsa koalisyon güçleri yanında yer aldığını Dışişleri Bakanı Abdullah Gül eliyle açıklamakta.
Bu durumda İslâmiyet üst kimliğinin yapıştırıcı etkisinin çağın parametreleri karşısında pek de işe yaramadığı ortaya çıktığı gibi Araplar kendi yarattıkları sorunları, kendilerinin çözmesi gerektiği gibi bir durumla karşı karşıyalar. Yani Asur’un bilgelik (Heliapolis) güneş kentine doğru uçan ve küllerinden tekrar kendini yaratan Phoneix kuşunun bir avatarı olan Hüma kuşunun ağzındaki taşları fillerin (tankların) üzerine (Kutan hazretlerinin yorumudur!) atması ile ancak kazanabilecekleri bir savaşla! Ancak sorumluluk üstlenen yok!
3 Nisan 2003 tarihinde yazmışız bu yazıyı. Durumda değişiklik yok. Bir varsa şu anda Suriye ve İran, beklendiği gibi olaya yeni halkalar olarak eklenmiş durumda. Ülkemiz sağı ve solu da sanki Türkiye’yi bu halkaya ekleme telaşı içinde; neyi ne için ateşe attığını düşünmeden.
Ayrıca Türkiye’yi yöneten siyasilerin İslâmî kimliklerini öne çıkarmaları, Türkiye’nin de aynı coğrafyanın dinsel kimliği çerçevesinde hareket edebileceği varsayımının öne çıkabileceği kuşkusu, ABD gazetelerinde sıkça çıkmaya başlayan Türkiye ve halkını suçlayıcı yazılardan anlaşılmakta. Yoksa ABD Büyükelçisi ne demeye, üstelik Bursa’yı ziyaretini, yerel ilişkileri geliştirme amacını aşarak uluslar arası düzeye taşıyıp; “Türkiye uluslar arası işbirliği içinde yer alıp almadığını kesinleştirmelidir” gibi bir şeyler söylesin Suriye konusunda? Elçinin sözleri çok açık; “Uluslar arası” sözünden “Batı” kavramını anlayın. Soruyorlar hep birlikte: “Yerinizi seçin Batı içinde misiniz?
Neredesiniz?” PKK ve Kıbrıs konusunda bu uluslar arası! Tam karşımızda yer alırken, Cumhurbaşkanı Sayın Sezer açıkça ve neden karşı çıktığını söylerken, Erdoğan ve Arınç büyük öngörüleri ile Lübnan’a asker göndermeye nasıl da teşneler, hayret! Fransa ya da İtalya komutanlığında ne yapacak Türk askeri oralarda? Hizbullah ve Hamas’ı silahsızlaştıracak. Bu nedenle silahlı çatışmalara girecek.
Üstelik Hamas lideri “İki askerin kaçırılmasının böylesi bir savaşa neden olacağını bilseydim, o emri vermezdim!” diyor. Liderlik öngörüsü diye işte buna denir. Kimin yenildiğinin belgesidir bu sözler.
Bizde de her ne kadar lâik bir devlet varsa da, tepesinde ve parlamentosunda Suudî Vahhabiliğine çok yakın selefî tarikatına mensup bir yönetim var. Hizbullah ve Hamas Şii’dir. Yani Lübnan korkarım, Türkiye’de önemli bir ayrışmanın da tohumlarını taşımaktadır. Çünkü olaylar geliştikçe bu katagorik (kesin inançlı) bakış açısı çözüm değil ama çözümsüzlüğün en önemli nedeni olabilecektir. Batının çıkarlarını İran ve Şiilik karşısında korumak Türkiye’nin işi değildir.
Başka deyişle Perşembenin gelişi, çarşambadan bellidir!