EMPERYALİZMİN ANADOLU'DA YAKIN KISA TARİHİ:
20. yüzyıl başında Osmanlı’ya egemen olan İngiliz, Fransız ve Alman emperyalizminin bir finans emperyalizmi olarak ülkemize giriş yaptığı bilinir. Elbette kendi sanayileri için gerekli ham maddeyi kesintisiz ve kolayca sağlamayı amaçlıyorlardı. 1915 yılında Türkçe’ye çevrilen “Hat-tı Saltanat” kitabında Alman Paul Rohrmach; “emperyalizmin finans yatırım olanağıyla birlikte, ucuz hammadde deposu olarak kullanabileceği topraklar aradığını” açık açık yazıyor. Örneğin“Konya, Mezepotamya, Adana ovaları büyük kanallarla, Alman sanayii için sulanacak, Güneydoğu Anadolu’da el sanatları geliştirilerek, ucuz el emeğinden yarar sağlanacak, demiryolları çevresindeki orman ve madenlerin işletme ayrıcalığı alınacak, belirli bölgelere Alman kolonileri yerleştirilecektir.”
Bunları teminen Wilhelm Osmanlı’yı ziyarete gelir. Mabeyn Başkatibi Tahsin Paşa’nın anılarında, “Bağdat Hattı” ayrıcalığını koparınca da Wilhelm’in nasıl sevindiği yazılıdır. Gene Osmanlı’nın nasıl yağlı bir lokma olduğunu, Osmanlı Genel Kurmay Başkanı Bronzart Paşanın ağzından bizzat işittiğini İnönü Anılarında (s.233) anlatır.
19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başı İspanya’dan Ortadoğu’ya, Rusya’dan Arjantin’e değin gelişmemiş çeşitli ülkelerin, teknolojik devrimini tamamlamış ülkelere borç için avuç açtığı bir dönemdir. İstenen borçları vermek karşılığında kendi endüstrileri için sipariş almak ön koşuldur elbette. Açıkça görülüyor ki, emperyalistler geri kalmış ulusların sorunlarını bahane ederek öncelikle bir borsa sömürüsünün çıkış noktası olarak tefeci sermayeyi kullanmışlardır. Çünkü kendi ülkelerinde sanayi yatırımına dönük sermaye birikimi sağlayan kurumlar olarak gördüğü bankalar, Osmanlı İmparatorluğunda sadece tefecilik ve onların tahsildarlığını üstlenmişler ve böylece Batının teknolojik gelişmesini sağlayacak olan sanayisi için gerekli olan mali boyunduruğu geri kalmış ülkelerin boynuna işte bu yolla takmışlardır. O boyunduruk “Düyun-u Umumiye” borçları olarak genç Cumhuriyet’in de boynunda uzun yıllar asılı kalmıştır.
Osmanlı o günlerinde stratejik konumu nedeni ile bölüşülemediği için, sürekli olarak bir etkinlik çatışması alanı olmuş ve elbette siyasal kimliğini yitirmiştir. Böylece biçimsel bir yönetim özerkliğine sahip olabilmiştir. Cevdet Paşa’nın Tezakir’i, Mahmut Şevket Paşa’nın, ABD’nin Büyük Elçisi H. Morgenthau’nun anıları okunursa eğer; devletin nasıl da yabancı büyükelçiler tarafından yönetildiği hemen anlaşılır. Ne yazık ki okullarımızda tarih, hamaset (kahramanlık) edebiyatı olarak okutuluyor.
Türk Tarih Kurumu, Enver Paşa Belgelerine göre; Enver’e sunulan tasarılar, Türkiye’nin madenlerini ve büyük tarımsal işletmelerini 99 yıl süreyle Alman ayrıcalığına veren şirket statülerini kapsıyordu. Ne de olsa Enver Paşa Prusya disipliniyle koşullanmıştı.
20. yüzyıl sonu ve 21.yüzyıl başı; yüzyıl önce borç veren ülkeler gene aynı. Tefeci sermaye geleneksel görevini üstlenmiş. Ülkemiz tarım ve hayvancılığı Özal’dan buyana kredi koşulları olarak yok edilmiş ve bu konularda ihracatçı olan ülkemiz ithalatçı duruma getirilmiş. Öyle ki Bulgaristan’dan saman ithal eder hale geldik. Halkı ayakta tutacak olanak elinden alınmış; toplum batı ürünlerinin tüketicisi olma yolunda aşırı tahrik ediliyor. Siyaseten üstümüze gelmeleri de cabası. Ulusal meclisler aldıkları kararlar ile yabancı sermaye için 99 yıl değil ama 25 yıl süreli yatırım garantisi içeren TAHKİM yasalarını çıkararak teminat vermeleri yanında “özelleştirme" yoluyla seçtikleri sektörlerde ucuz emek kullanarak yatırım yapmalarının önünü açıyorlar. Emperyalizmin önünde muhalefet edecek ulusal kurum bırakmamaya çalışıyorlar ki; adına “küreselleşme” diyorlar.
Yüzyıl önceyi özetlemeye çalışırken görünen o ki; yüzyıldır ne değişti sanki? Günümüze kadar halkı hep; “Bir sabah kalktığınızda komünizm gelebilir!” diye korkuttular. Her sabah pencereden korkuyla sokağa bakar olduk; “Acep kimler geldi, kimler vardı sokaklarda?”
Baktık ki sokaklarda 12 Eylül asker postalının yarattığı referansı İslam olan bir iktidarın ayak sesleri var ve o postalın sahibi askerleri tutuklayıp hapse atıyor.
TEMEL OLAN
İnsanlar, içinde yaşamın gereklerini ürettikleri bir toplumun üyesi olarak yaşayabilirler. Yani o toplumu belirleyen toprağı sürmeli, mallar üretmeli, köyler ve kentler yaratmalı, toplumsal kurumları oluşturmalı, kitaplar yazmalı, sanat ve yaşamın düzeneğini kurgulayan ahlâk kuramlarını üretmelidirler. İnsanlar bu faaliyetler içindeyken; bireylerin iradeleri ile güdüledikleri derecesinde ahlâk yargısının konusu olurlar: Birbirlerine yardım mı edecekler? Birbirlerini sömürecekler mi? İş birliği mi yapacaklar?
Bu durumda ilkesel olarak ne tür yaşam sürdürdüğümüz ve ne tür insanlar olduğumuz ahlâk yargılarının konuları olmalıdır. Diğer yandan olgusal olarak ancak insan denetimi içine giren olayları, ahlâklılık ya da ahlâksızlık olarak niteleyebiliriz. İlkesel olanı; toplumun adet, gelenek ve göreneklerine göre tanımlarken, olgusal olanı da bilimsel bilgi ve ona eşlik eden teknoloji ile ölçerek tanımlarız.
Toplumdaki üretim ve tüketim genişlemesi ile insanlar ve kurumlar arasındaki ilişkilerin yoğun çeşitlenmesi; ahlâkın alanlarının da genişlemesini getirir. Yetersiz eğitimden, yetersiz beslenmeye - aşırı nüfus artışından, kötü bir ekonomiye ve kötü yönetim modellerine kadar sorunların çözümü ahlâkın konusu olarak ele alındığında uyumlu bir toplumsal eylemle çözülebildiklerini görürüz. Eğer değilse; ahlâksal çöküş kaçınılmaz olacağından gelecek olan çözüm; karışıklık, karmaşa ve yıkımdan geçecek demektir.
Günümüzde içinden geçtiğimiz kriz, toplumda derinden bir ahlâk sorunu ya da ahlâkın ne
olduğunun sorgulanmaya başlanmasına neden oldu. “Peygamber Ocağı” diye ululadığımız Türk Ordusuna karşı yürütülen yıkıcı ve kindar kampanyanın geldiği sonuçlar ortada. Bu olay nedeniyle toplum vicdanında kanamanın derinleştiğini görürüz. Buna bir de kent varoşlarında birçok evde yemek yenmeden, aç karnına yatıldığını eklerken abartmıyoruz, gerçeği söylüyoruz.
Öğretmenler, doktorlar, sanatçılar, memurlar, bilim adamları, işçiler, köylüler ve yaşamak için emeğiyle bütün çalışanlara bir amaç değil fakat bir araç olarak bakan, adı ne olursa olsun, hazırladıkları ekonomik programlar acilen tenceredeki yangına yanıt verecek şekildeyeniden düzenlenmediği takdirde elde edecekleri sonuç; boş sloganları geveleyen yorgun işçi önderleri ile saf birkaç aydının anlattığı masallardan çok daha farklı olacaktır.
AHLAK SORUNU
Ahlâk, bilgi ve teknoloji ile sıkıca ilgilidir. Çünkü bu konularda ilerleme toplumdaki kuralları da aynı doğrultuda etkiler. Böylece ahlâk olgusu, toplumsal kurumlar ile durmadan artan denetleme ve yönetme yeteneğiyle genişleyen bir alan haline gelir ve kendini, ürettiği yargıların yaşamın niteliği ile ilgili konulara, yani ne tür yaşam sürdüğümüzü ve ne tür insanlar olduğumuzu etkileyen konularla sınırlar. Bu oluşuma göre bilinmesi gereken şey; insan denetimine giren olaylar ahlâklılık ya da ahlâksızlık diye yargılanabilirler. Öyleyse bütün disiplinler ETİC (Ahlâk) projeksiyonu altında muhakkak sorgulanmalıdır.
Eğer bu sorgulama sonucu yaşamın niteliğini önemli ölçüde ilgilendiren bir şeyi yapabileceksek ve toplumsal ve ekonomik nedenlerle ya da kayıtsızlık ve duygusuzluktan yapmazsak; o zaman“Görev suçları” kadar, “ihmal suçlarımız” da ahlâkın içine girecektir. Öyleyse bu alan içinde kendimize de yer bulmak zorunluluğu ile yüz yüzeyiz demektir.
Bütün bunlara karşın teoride ve pratikte çelişkiler olmaya devam edecektir. Ancak bu çelişkinin temelini; BİR SİYASİ GÜCÜN, DEVLETİ denetimi altına alarak, çalışanlar ve onların yaşam koşullarını bir ÜRETİM ve KÂR aracı olarak değerlendirme olanağına kavuşması oluşturur. Çünkü Kamu iyiliği ile çıkar çevreleri arasında KARŞITLIK yerine İÇİÇELİK olduğu sürece: DEVLETİN denetimi yolu ile SINIF ÇIKARLARININ da denetimi yolunun açılması; öğretmenler, doktorlar, mühendisler, sanatçılar ve bilim adamları da dâhil olmak üzere, işçiler, köylüler ve yaşamak için bütün çalışanlara bir AMAÇ ya da ARAÇ olarak bakılmasındaki yol ayrımıdır yanıtlanması gereken. Başka deyişle; bir toplumun bir yılda meydana getirdiği üretimden tükettiği çıktıktan sonra geriye kalan ve toplumsal tasarruf olarak nitelediğimiz bölümün dağıtımında izlenen yol; bize bu çelişkide devletin hangi amaçlı kullanıldığının ipuçlarını verir. Sağlık, eğitim gibi kamu yararı yatırımlar yerine çıkar çevrelerinin seçilmesi gibi. Elbette hukuk da bu yolda üretilecektir.
Bu açıklamadan sonra anlaşılması gereken; zaman aşımı ve af yasaları ile kurtarılmak istenen çeteler ve çıkar çevreleri haline dönüşmüş milliyetçi, muhafazakâr ve dinci maskesi altındaki sermaye sınıflarının el koyma yoluyla kirlettikleri devletin; kamu vicdanınca benimsenebilecek İNSANCIL bir AHLÂK üretebileceği beklentisi, budalaca bir kuruntudur. Yorgun işçi önderleri ile bazı saf aydınları kandırmış olabilirler. Ne var ki, bu durum halkın yaşamında bir iyileştirme getirmez.
Bilinmesi gereken, Adalet ve Ahlâk düşüncesini halk oluşturur. Halk bilir ki; “Komşunu kendin gibi seveceksin.” Yaşam, özgürlük ve mutluluğu arama hakkı ile eşitlik ve kardeşlik; binlerce yıldır bir arada yaşamanın getirdiği tarihsel bir birikimin ahlâksal sonucu olarak Anadolu Halkı’nın ortak belleğidir.
Bu bellekte çok açıktır ki; çalışma, eğitim görme, sağlıklı olma, yeterli konutu olmak; yalnızca düşünülen iyi şeyler değildir. Bunlar zaten ilerlemenin ve insanın var olma amacının temel nedenleri ve hedefleridir. Anadolu bunları binlerce yıldır üretiyor ve üretmesini de biliyor. O’nun kafasını karıştıran dinsel ve idealist (romantik) yaşam teorilerini nasıl çözüme kavuşturacağıdır.
Bu durumda Türk aydınına düşen görev (ahlâk) nedir? İşte yeni bir ahlâk sorusu. Yoksa yanıtı “Başöğretmen Atatürk” formatında mı yatmaktadır?
Neden olmasın!
SORUNSAL OLARAK AHLÂK
Gereksinmeleri nedeniyle insanların aralarındaki ilişkileri düzenleyen kurumların yanında örf, adet, gelenek gibi genellikle toplum vicdanında zaman içinde oluşmuş hem doğru ve hem de eğri bir takım düzenlemeler vardır ki; biz bunlardan genel görece algılanan olarak ahlâk konusuna, kısaca değinmek istiyoruz.
Ahlâk elbette kültürel kökenli bir sorundur. Tek ve doğru bir ahlâk kuramını tüm insanlık için önermeyi, hiç değilse günümüz için, pek de olanaklı göremiyoruz. Felsefî bağlamda elbette siyasasal, ekonomik dünya görüşlerinin ileri sürebileceği görüşler yanında, dinsel söylemlerin de konunun içinde yer alması kaçınılmazdır. Kuşkusuz ki en önemli sapma ve daima, bozuk bir saatin günde iki defa doğru zamanı göstermesi gibi bir konumun; bütün görüşler açısından bir kazanç gibi algılanmasındaki zorluktur… Çünkü kimse saatinin doğruluğundan kuşku duymaz.
Genelde gereksinmelerin özünü; hangisinin temel, hangisinin geçici olduğunu; aralarında ne gibi bir bağın bulunduğunu saptamayı başarırsak, ahlâk konusunda açılımlarda sanki daha kolay sonuçlara ulaşabiliriz gibi geliyor bize.
Her kültürün biyolojik gereksinmeler sistemini karşılamak zorunda olduğunu düşünüyoruz. Yani beslenme, üreme, barınma, kas ve sinir sisteminin geliştirilmesi ve denetlenmesi gibi. Kültürün ikinci işlevinin ise insan bedeninin en uygun aletler ile uyumlu olarak çalışmasını sağlayacak bilgi ve becerinin eğitim yolu ile edinilmesi ve aktarılması olmalıdır. Ve sonuçta içinde yaşanılan organik çevrenin verilerine bağımlı olarak üretilen malzeme ve bilginin özenle korunması ve toplum bireylerinin kolayca ulaşabileceği özgür bir ortamın; salt bireyin değil fakat toplumun da artı değeri olarak bir birikime ulaşacağının sonucuna kolayca varabiliriz.
Bu saydıklarımıza kısaca kültürel etkinlik diyebiliriz. Ve kültürel etkinliğin başlaması da yeni tür bir gereksinmenin de ortaya çıkması demektir ki; yeni amaçlar olarak toplumu ileriye doğru götüren ivmenin de kendisidir. Böylece korunan ve biriktirilen bilgi ve malzemenin toplumun her bireyince kolayca ulaşılabilir sürekliliği durumunda olan toplumların bireyi, içinde yaşadığı organik çevre ile doğrudan ilişkisini yitirir. Bu elbette yeni bir kazanımdır. Ama belli ki; kendisi tarafından üretilen yapay teknik, yasal, ekonomik, dinsel, ahlâksal ve hatta büyü gibi yeni gereksinmeler içinde bulunduğu yeni bir yaşam biçiminde ve yeni bir kültürel kazanımdır olan. Elbette bedeli ne ise ödemektedir de. Yani her toplum bu saydığımız ve zaman içine yayılmış bulunan ve insanlık tarihinin evreleri içinde aynı şekilde yaşadığı ortama yanıt vermediği ve ortaya çıkardığı yaşam modelleri ve inançları nedeni ile ırksal olmaktan daha çok, farklılıklar gösterdiği için toplumlar arası bir ayrışma gibi görünmekte ve içinde yaşadığımız günlerin baskın; tarihsel bir parametre olarak da kazanımları nedeniyle doğruluğunun tartışılması nerede ise olanaksız hale gelmiş bulunan batı yaşam modeli karşısında; kendi kültürel birikimleri içinden bu sistemle çatışmayacak ahlâkî birikimlerini öne çıkarmalıdır gibi geliyor bize.
Toplumsal kültür birikimimizden örneklendirerek daha anlaşılabilir kılmak gerekirse: Bir gün, Somuncu Baba’nın ziyaretine Molla Fenarî gelir. “Beş bin akçem vardır, helâl kazanılmıştır. Bunu size hediye olarak vermek isterim” der. Somuncu Baba sorar: “Kuşkudan uzak olduğunu nereden biliyorsun?” Fenarî; “Çünkü medresedeki hizmetim karşılığında aldım!” der. “Bir deneyelim” der Somuncu Baba ve beş bin akçenin içinden bir akçe alır; “Bununla merkebimize ot getirsinler” Merkep otu şöyle bir kokladıktan sonra yemediği gibi, dönüp üzerine bir güzel eder! Somuncu Baba’da; “Merkebimiz bu ana kadar şüpheli bir nesne yemedi. O Yemeyince, o parayı ben de kabul edemem!” der. Pir Sultan Abdal da Sivas Valisi Hızır Paşa’nın kurduğu sofra için köpeklerini çağırmış ve köpekleri haram lokma yememişti.
Ülkemizde siyasetin kirlenmesine baktıkça, bunca talana ses çıkarmayıp da imza atan devlet memurlarını gördükçe, birbirlerini kurtarmak için af yasaları çıkaran siyasilere baktıkça; yukarıda anlattığımız olayların günümüze kalmış olması gereken kültürel mirasın sahipleri olarak ahlâken kendimize sormamız gerekenin; vicdanlarımızda çağımız yeni parametrelerine uyum kurmada kültürümüzdeki doğrulara ne derecede başvurduğumuzu artık sorgulama zamanının geldiğidir.
Aydınlar olarak kendimizi bu sorgulamadan geçirdikten sonra ancak dönüp sorabiliriz;
Ey Halk, sana ne oldu!
BAĞIMSIZLIK SORUNU
Bağımsızlık yirminci yüzyıl sömürge toplumlarının bir büyük tutkusu olarak başlamış ve çağın belirgin özelliği, tanımlayıcı niteliği halinde yeni devletler yaratmıştır. Anadolu Halkının bağımsızlık önderi Mustafa Kemal’in tanımlamasına göre: “Söylev s.458)
“Tam bağımsızlık demek, kuşkusuz siyasa, maliye, ekonomi, adalet, askerlik, kültür... gibi her alanda tam bağımsızlık ve tam özgürlük demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, ulusun ve ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir.”
Fakat dünya gerçeği, bu yeni devletlere, bir devletin sınırlarının çizilmiş olmasının bağımsızlık için yetmediğini çok kısa sürede göstermiştir. Bu gerçek; hangi sistemde ve hangi modelde olursa olsun güçlü devletlerin güçsüzleri sömürmeyi sürdürecekleri olmasıdır ve sürdürmüşlerdir de. Öyleyse, bağımsızlık kavramının içeriği ve boyutlarının da kaçınılmaz olarak genişlemesi gerekmiştir. İçine çağdaş olma tanımlamasını da katarak kavram tam bağımsızlık olarak yeniden tanımlanmış ve yoksulluktan kurtulma çabasındaki bu bağımsız yeni devletlerin çizgisi de bağımsızlık çizgisinden, çağdaş olma aşamasına dönüşmüştür.
Çağdaşlaşma sadece bir devletin, bir ulusun tam bağımsızlığı için siyasa, ekonomi, ekin, din mezhep, budunsal yapı, yönetim, yönetime katılma, yasa, töre gibi konularda gelişmeye engel olan bağlardan, bağımlılıklardan kurtulması değildir. Bunlarla birlikte ve yanında o toplumdaki insanların çağdaşlaşması, özgürleşmesidir.
Çağdaşlaşma; sadece örnek alınan gelişmiş Batılı devletlerin siyasal, hukuk, parlamento, seçimli demokrasi, devlet yapılanması gibi kurumları aynen almak ve kopyalamak değildir. Ayrıca sadece sanayileşerek, teknolojinin en son yeniliklerini, buluşlarını, tekniklerini kullanarak endüstri toplumu yaratmak, özdeksel alanda devleti, toplumu ve o toplum içindeki kişiyi dünya nimetlerinden yararlandırmak da değildir.
Çağdaşlaşma tüm bunlarla birlikte, en son aşamada ve her alanda insanın özgürleşmesi, değerler sisteminde ve ahlâkta erdemli olması, dogmalardan kurtulup akıl ve bilimi, bilimsel lâik düşünceyi yaşamsal işlerin çözümleyicisi olarak görmesi ve insan olmaktan gelen özdeksel ve tinsel tüm gereksinmelerine olumlu yanıt verecek düzenini kurabilmesinden geçer. Türkiye’nin “muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak!” hedefi boşuna değildir.
Bir önceki Mecliste “İhram içine erkekler dikişli don giyebilmelidir!” diyen MHP li milletvekilinin soru önergesine Diyanet İşleri Başkanlığınca; ”Erkekler ihram içine dikişli don giyemezler!” aydınlatıcı yanıtının verilmesi, aynı Başkanlığın vatandaşlara “ne kadar dindarsın?”anketini yapmaya çalıştığı günümüzde anlata geldiğimiz çağdaşlık ile ne kadar örtüşebiliyorsa, ülkemiz halkının büyük bir çoğunluğunun da yoksullukla boğuşmaktan başka konulara ayıracak enerjisinin kalmadığını ve zaten eğitim sistem ve kurumlarımızın da, gerek nitelik ve gerekse de nicelik olarak, acınacak durumda olduklarını eklersek; anlayın halimizi!
Diğer taraftan okumuşları itibarı ile de ortalama insanlar ülkesi olduğumuzu belirtmeliyiz. Yani kaç profesörümüze Avrupa’da kürsü verirler, kaç öğretmene öğrenci, polisimize görev, hukukçumuza cübbe, mimarımıza diploma, doktorumuza da hastane, Netekim! Paşasına da ordu? Ve en önemlisi; kerameti kendinden menkul siyasi liderlerimizin hangisi o ülkelerde bırakın parti fakat bir ilçe başkanı seçilebilir? Çoğaltabilirsiniz. Kaç kitap satılır bir yılda, kaç dergi, kaçı yabancı dillere çevrilir...Üstelik kimlik sorunumuz da var: Asyalı mıyız-Avrupalı mı? Şaman mı-lâik mi- Müslüman mı? Yerleşik köylü müyüz-göçebe Türkmen mi? Fatih’in torunları mı-Ata’nın çocukları mı? İslâm’ın kılıcı mı-Hıristiyanlar ve Musevilerin dostu mu? Osmanlı yetimi mi-Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı mı? Doğulu muyuz-Batılı mı?
Avrupa topluluğu, “Kopenhag kriterleri” diye boşuna diretmiyor. Türkiye Halkına yakın olan kimdir? Kopenhag mı? Arabın baharı mı? Karar vermemiz gereken işte bu konudur.
Görünen o ki; bu çağdaşlaşma işini pek kendi başımıza beceremeyeceğiz. “Dışarıda kalması, daha fazla dert açar!” diyerek bizi Avrupa Birleşik Devletlerine alırlarsa ne âlâ. Çünkü ancak o zaman çağdaş ve özgür Türkler olabileceğiz.
“Dikişli don!” ve de dindarlıkla işleriyle uğraşanlar ne yapar o zaman? O da onların sorunu.
SÖZÜN SONU
Hazreti Mevlana; “Tencere kapağına benzer dil. Kapak aralanınca; tatlı mı var, ekşi mi var anlarsın tencerede!” diyor. İki bininci yılın bitip de yeni bir bininci yılın başladığı şu günlerde herkesin tenceresinde tatlı olsun diyedir bütün çalışmalarımız. Biz de tatlı bir dille sesleniyoruz Halkımıza:
Senden başka bir geçmişimiz, senden başka bir sevgilimiz yok. Varlığımız da sensin, önderimiz de sensin. Senden başka kimsemiz yok.
Tankut Sözeri