Yazarlar

Seçkinlerin Çekişmesi

post-img
Gerek toplumbilim, gerekse siyaset sosyolojisi açısından seçkin kadroların incelenmesinde yaygın anlayış kuşaklar arası farklılıkların, toplum içindeki ayrı kültürlerin veya sınıf çıkarlarının yol açtığı gerilimlerin kurgulanmasındaki yöntem; eylemi anlamada uygulanan dramaturjidir. (Kuram-uygulama ikili bütünlüğü içindeki gelişme) Bu tanımlama, yazımız konusuna bakış açımızı belirtmek için verilmiştir. Seçkin sözcüğü belirsizliklerle dolu olmasına karşın, kaçınılmaz şekilde ideolojik ve metafizik fikirleri çağrıştırır. Diğer taraftan siyaset sosyolojisinde farklı dillere sahip çeşitli kültürlerdeki siyasal gruplaşmaları anlamakta ortaya çıkar. Daha yeni anlamlarda ise; seçkin kadro normal olarak görev başında olarak kabul edilir. Bu kadro toplumdaki herhangi bir kesitin, herhangi bir kurumun, herhangi bir coğrafî bölgenin etkili olan kişilerinden oluşur. Ya da geleneksel anlamda seçkin kadrolardaki kişiler aynı özelliklere sahip kimseler olarak ele alınırlar ve bunlar tarihî bir misyonu yerine getirirler ya da hayatî bir gereksinmeye yanıt verirler. Bunlar çoğu zaman, rakip seçkin kadro ile bir mücadele içindedirler. Bu kişiler eski düzeni sağlamlaştırıyor olsunlar veya eskiyi yeni başka bir hale getiriyor olsunlar; genellikle önemli bir durumun temsilcileri olarak karşımıza çıkarlar. Şu bir gerçek ki; Böylesi seçkin bir kadro, yerine getirilecek bir misyonu varsa ve herkesten farklı bir özelliğe sahipse oluşur. Bu kadro Tanrının aracısı olabilir, devrimin öncüsü olabilir veya düzenin devamını sağlayacak know-how’a tek başına sahip teknotralar da olabilir. Ancak varsayımın hayata geçtiği nokta; iş bu seçkin kadroların sahip olduklarını savladıkları tarihi misyona ait olan bilinç, bir süre iktidarda bulunan rakiplerinin yetersiz uygulamaları nedeni ile ortaya çıkıyor olmasıdır. İşte böylesi bir yetersiz uygulamanın yaşandığı Erbakanlı, Yılmazlı, Çillerli ve Ecevit döneminin sonucu; 3 Kasım ve sonrası yapılan seçimlerde karşımıza Mustafa Kemal Cumhuriyeti ile hesaplaşma konusunda artık bir kuşku bırakmayacak belirtilerle tanımlanabilecek tarihî bir misyona sahip Tayyip Erdoğan ile simgeleşen seçkin bir kadro karşımızda duruyor. Bu kadro şu anda görev başındadır, İmam Hatiplidir. Misyonları eğitim birliği yasasına dayanarak, halkın istediği “dinî eğitimdir” diyerek bütün liseleri İmam Hatip eğitim düzeyine getirmektir. (4+4+4 eğitimi) Türban konusu ile birlikte bu konuyu işlemeyi kendilerine görev bilmiş durumdalar. Yeni bir Anayasa’nın hayata geçirilmesi konusundaki genel oydaşımdan yararlanarak “din derslerini zorunlu kılarken velinin dilekçe vermesi ile dersten muaf(!) tutulması” gibi garip bir seçme hakkının tanınması (mahalle baskısı imalı) türbanın serbest bırakılması gibi konuların kaşındığı, Atatürk devrimlerinin üstü perdelenerek çifte hukuk sistemini sanki öngören yoklamalı tartışmaları basında yakından izliyorsunuzdur. Üstelik milli bayramlarda Atatürk sevgisinin işlenmesi nerede ise bir suç haline getirilmiş durumda. Önümüzdeki 10 Kasımda Atatürk’ü anmak ve ziyaret etmek isteyenlere tam da o saatlere denk gelecek şekilde Anıt Kabrin ziyareti kapatıldı! Açıklamayı da Genel Kurmay yaptı. Bu güne kadar böyle bir yasak var mıydı? Yetmiyor hangi bakan veciz bir şekilde “Tekkeler ve zaviyeler açılmalı artık!” diye demeç veriyor. Atatürk’ün “Cumhuriyet şeyhler, şıhlar üykesi olmayacaktır!” veciz sözü ortada duruyorken. Öyle anlaşılıyor ki, ülke alıştıra alıştıra bir İslam devleti modeline doğru götürmek istenmekte izlenimi kendiliğinden oluşmakta. Bu durumda, bu sorunun üstesinden gelebilmek için oyunun (dramaturjinin) yeniden düzenlenmesi gerekiyor. Cumhuriyet karşıtlarının metodolojik olarak kanıtlarının ele alınışı, gerçeğin ispat edilebilirliğine ağırlık verip, incelikli davranış ve düşünceleri üzerinde durulmalıdır. Takiye ve olaylarda her yeni aşamada önemli sayılan aktörler tanıtılmalı, geçmişleri belirtilmelidir. Çünkü kişisel tarihlerin olayla belli belirsiz şekilde ilgisi vardır. Bu kişilerin nasıl var olduklarının, üsluplarının ve görüşlerinin ve olanaklarının bilinmesi sahne donatımı ile aktörleri tanıtırken en uygun zamanda ortaya çıkan noktada olay aydınlığa kavuşur. Yani seçkin kadroda bulunanların yaptığı siyaseti yakından incelerken dramaturji yöntemine gerçekten ihtiyaç vardır. Cumhurbaşkanının Meclisçe seçimi yapılmasına karşın halk oylamasına (referandum) sunulması ile ortaya çıkan yeni durum sahnelenen oyunun gerçek ipuçlarını vermektedir bize göre ve gerçekten bir ayraç durumundadır. Çünkü bu durumda Abdullah Gül (Abd el Allah = Allah’ın kölesi) bulunduğu makamda iken aday olarak yapılacak “halkın Cumhurbaşkanını seçme seçimine” katılacak ve bir Ahmed-i Necad olarak Cumhur’un başkanı olacaktır. Ya da Tayyip Erdoğan bu role soyunacaktır. Eğer çok dikkatli bir bakışla olayı incelersek görürüz ki; “İkinci Cumhuriyet bir İslami Cumhuriyet” olarak hayata geçerken, komutanlar emirlerini dinleyecek asker bakalım bulabilecekler mi? Cumhuriyet devrimlerine başkaldırının bir simgesi haline getirilmiş türbanı Cumhurbaşkanlığı makamına bir bayrak gibi diktiğini sananlar misyonlarına uygun düşse de, halen hayatta olan Atatürk Cumhuriyetinin kolayca teslim olacağını sanmasınlar. Mustafa Kemal devrim ve ilkelerinin özü olan lâik Cumhuriyeti savunan seçkinler ile yönetim yetkisini farklı beklentilere sahip halkın desteği sayesinde ele geçiren İslâmî Cumhuriyeti kurma misyonuna sahip olduğunu sanan seçkinler arasındaki çekişmede sertleşme kaçınılmaz görünüyor. Nihaî tahlilde bu kavga ille de verilecekse; biri diğerini yok etmeden bitmeyecek gibi görünüyor. Cumhuriyetin niteliklerinin tartışılmasının artık bitmiş olması gereken şu günlerde, ne yazık ki gelinen nokta budur. Kendisini yakalayan ordu aleyhine gizli tanık olarak kullanılan Şemdin Sakık olayına bu açıdan bakmak doğru olur kanısındayım. Tankut Sözeri

Diğer Haberler