Yazarlar

Herkes kendi koltuğunda otursaydı…

post-img
                Denk geleceği varmış. 18 Ağustos günü Güzelyalı-Kadıköy feribotunda yerimizi almış, dolmasını bekliyoruz. Arka sıra cam kenarında bir kadın telefonda muhtemelen Özbekçe konuşuyor. Yerin sahipleri, karı-koca, orası bizim diyor, kadın oralı bile değil. Başka yere otur, ne olacak havasında. Önce Türkçe bilmiyor zannettim ama daha sonraki telefonlarından bildiğini de anladık. Ancak yer sahibi, kızım boşalt diyerek sesini yükseltince, kalkıp, kendi yerine oturdu.                                Aynı gün dönüş yolu, yine arka sıra cam kenarı. Genç bir adam kitap okuyor. Yenikapı’dan binen koltuğun sahibi kadın, yer benim dedi. Genç adam burada ışık var, kitap okuyorum dedi. Kadın net bir ses tonu ile “ben orasını özellikle geçtim” dedi ve koltuğunu kurtardı. Başkasının koltuğuna oturup da kalkmak zorunda kalan insanların yüzlerinde mahcubiyet ifadesi beklediyseniz, yanıldınız. İkisinde de kızgınlık vardı.                               Bir günde, birbirinin aynısı iki olay yaşayınca, tam iki gün önce Beate’nin kızarak anlattığı ve üstünde durmadığım Doğumevi dolmuş durağında yaşadığı olay aklıma geldi. Yavaştan alıp, dolmuşta arkaya oturmamak için bir sonrakinde ön koltuğu garantilemek için beklemiş. Beklerken, baba, anne ve kızı, üç kişi yanında on dakika boyunca biraz önce baktıkları kiralık evin detayını konuşmuşlar.  Dolmuş gelince ön kapıya yönelen Beate’ye adam, üç kadın arkada oturun, ben öne geçeyim demiş. Tabii adamın istediği olmamış. Beni güldüren kısmını da biraz sonra söyleyeceğim.                 Ne var şimdi bunda diyebilirsiniz.                               Koca bir ülkede olur bu tür olaylar da diyebilirsiniz.                                          Bence dersiniz, ağzınızdan çıkacak lafa göre pozisyon alaca adamlar da derler…                 Üst üste gelen üç hikaye aklımı 16 Temmuz 2008 gününe götürdü.  Yani, Fetö çetesinin darbe girişiminden tam tamına sekiz sene bir gün öncesine. O gün ne mi olmuştu? Anlatayım efendim, hatta geçmişten bazı olayları hatırlamak için biraz da ortak hafıza tazeleyelim. O gün zamanın başbakanı, günümüzün cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Zekeriya Öz’ün yanında Ergenekon davasının savcısı olduğunu ilan etmişti. Davanın avukatıyım diyen Baykal’a kızıp kendisini hem Ergenekon savcısı ilan etmiş hem de Zekeriya Öz’ü İtalya’nın meşhur “temiz eller” savcısı Antonio Di Pietro’nun üstüne oturtmuştu. Gerçek temiz eller savcısı görmek isteyenler Zekeriya Öz’e baksın diyordu.                 İşte o gün, başbakan Erdoğan bir savcının koltuğuna oturmuştu.                 Ses etmediniz.                 Bir başbakanın savcı koltuğunda ne işi var demediniz.                 İçeri atılanlar nasıl olsa askeri vesayetti.                 Arkasından Balyoz, Casusluk davaları geldi. Siz yine sustunuz diyeceğim ama gerçekte susmadınız. Gazeteciler içeri atılırken, onlar gazetecilikten içeride değil diye cellatlık bile yaptınız.                 Ve bu arada sizin işler gayet tıkırında gidiyordu. Güzel ortaklıklar, okullar, Türkçe olimpiyatları, para basmalar,  hoca efendi lafları havada uçuşuyordu. Ülkenin bütün kaleleri zapt olurken, aynanın önünde saçınızı tarıyordunuz.                Ülkenin kimyası bozuluyor diye ses çıkarmaya çalışanları Ergenekoncu olmakla suçladınız. Aslında hepiniz birer Ergenekoncu avcısı olmuştunuz. Öyle değil mi? Söylesenize.                Sizi uyaranları düşman göstermenizin mantığı neydi? Toplumu karpuz gibi ikiye bölerken, sonuçlarını hiç mi düşünmediniz. Hele Atatürk’e laf söyleyenler… Hiç mi utanıp sıkılmadınız?                Sizin kitapta yazmıyor olabilir ama ilahi adalet diye bir şey var. İşte geldi karşınıza dikildi. Hesaplaşın hadi. Günü birlik galeyana gelip, bütün değerleri alt üst ettik, ahlakı yıktık yerine putları diktik deyin hadi.                Aslında hayatınızda bir gün bile samimi olacak kadar enerjiniz yok. Çünkü varlığınızı meşrulaştırma yolunuz haktan değil, başkalarının yok edilmesi üzerinden geçiyor. Ve hala ikiyüzlü davranıyor ve bunu da insanlara doğruluk olarak pazarlıyorsunuz.                 Beate olayı anlatırken, ön koltuğa oturamayan adamın çok gerildiğini, kendisinin de ortamı yumuşatmak için tam da sevmediği dolmuş şoförüne denk gelmesine rağmen, onunla selamlaşıp, nasılsınız, iyi misiniz, sohbetine girdiğini söyleyince çok gülmüştüm.               14 senedir mecliste bir tek önergesine dahi onay vermediğiniz muhalefet partileri ile sıcak temasınıza bakınca, insanın acı acı gülesi geliyor. Hele Atatürk’ün adını anarken, Gazi Mustafa Kemal eklemesi yaparak, vallahi de billahi de hep seviyorduk havası yaratmaya çalışmanız tam da size yakışıyor.   

Diğer Haberler